“Özal bizdendir, onları idare etmeye çalışıyor.”
[Sabahattin Zaim]
Esaad Hasan Şeybani’nin Suriye Dışişleri Bakanı olarak atanması çok ses getirdi. Şeybani’nin Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde yüksek lisans yapması, doktora eğitimine devam etmesi Türkiye’nin Suriye’de ne kadar etkin bir pozisyonda olduğunun delili olarak sunuluyor.
Şeybani’nin Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesi hadisesi “gümbürtüye” getiriliyor. Güzel güzel derslerini okurken bir anda Suriye’ye çağrılıp bakan olmuş da okulu ve hocaları şaşırmış(!) havası estiriliyor. Şaşırtılmak istenilenin halklar olduğu açık. O hâlde meseleyi açık etmeye çalışalım.
Esaad Hasan Şeybani, uzun zamandır İdlip’teki İngiltere koordinesindeki oluşumun siyasî diyalog işlerini “Zeyd Attar” gibi kod isimlerle yürütüyordu. Şam, 8 Aralık itibari ile bu yapıya teslim edildi. Yapının başındaki Ahmet Şara’nın devletin reorganizasyon işlerini perde arkasındaki amcası, İngiltere irtibatlı eski Dışişleri bakanı, Beşar Esad’ın yardımcısı ve BAAS Merkez Komutanlık üyesi Faruk Şara ile birlikte yürüttüğü haberleri gelmekte. Şeybani, Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde okuduğu, aynı zamanda HTŞ’nin siyasî temas işlerini yürüttüğü yıllarda HTŞ ve ona bağlı yapılar Türkiye’de resmen ‘terör örgütü’ sayılıyordu ki bu bir ehlîleştirme, el altında tutma politikasıdır. Dışarıda pişirilmiş ve 2016 yılında bir öfke patlamasına neden olmuşsa da, sonunda Türkiye’ye kabul ettirilmişti.
Şeybani de Faruk Şara gibi Şam Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Türkiye’deki üniversite tahsili de bir tercihten öte networke işaret ediyor. Üniversiteye adını veren Sabahattin Zaim, İstanbul/Fatih Nakşibendi örgütlenmesinin bir mahsulü olarak ortaya çıkmıştı. İstanbul Üniversitesi kadrosuna girişi, Erbakan’la iş ortaklığı gibi pek çok imkânın arkasında Nakşi Gümüşhanevî Dergâhı’nda kurulmuş bağların olduğu artık bilinen bir mesele.
Zaim’in yolu, tıpkı gelişimine ön ayak olduğu Abdullah Gül gibi İngiltere ve Cidde’den geçiyor. Zaim, Cidde’deki İslam Kalkınma Bankası Yöneticileri Seçme ve Değerlendirme Komitesi’nde Müşavirlik yapmış, Gül ise ilerleyen yıllarda İngiltere’den dönüşünün ardından bu bankada uzun yıllar çalışmıştır. Hulusi Akar’ın da genç bir subayken, izin sorununa takılmadan, Abdullah Gül ile İngiltere’de uzun zaman geçirdiği yakın tarihlerde ifşa olmuştu. Zaim’in yanından Numan Kurtulmuş da geçiyor.
İngiltere-ABD uzlaşısı olarak yürürlüğe konan 27 Mayıs darbesinden sonra Zaim’i Millî Birlik Komitesi Sosyal İlişkiler Sivil İşler Komitesi Başkanı olarak görüyoruz. Devlet açısından klasik bir Nakşi pozisyonudur; bu noktaya döneceğiz. İngiltere ve Türkiye’nin başı çektiği Bağdat Paktı’na karşı kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılmasını sağlayan Suriye’deki askerî darbe, 27 Mayıs’tan aylar sonrasına denk gelir. Zaim’in yolu hem Koç Holding’in Sosyal Yardım Vakfı hem de Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden de geçiyor.
Şeybani’ye geri dönelim. Siyasî ve coğrafî bağlar itibariyle Moğol/Türk kabilelerle temas hâlinde olagelmiş bir soydan geldiği anlaşılıyor. Aile köklerinin uzandığı Banu Shayban, Fırat havzası boyunca hareket etmiş göçebe bir Arap kabilesi. Dâhil oldukları Banu Bakr grubu, Diyarbakır’a adını vermiş; Şiî kabilelerle çatışmıştır. Shayban kabilesi Van’a kadar çıkmış, zamanla Suriye’nin kuzeyine yerleşmiş ve İslam devrinde doğu fetihlerine katılmıştır.
Yeşil Sarıklı lakaplı Özbek lider Nakşi Şeybanî Han (1451-1510), kendisinden iki asır önce yaşamış ve İran’a komşu Hazar çevresinde kendisi gibi geçmişte hüküm sürmüş Cengiz’in torunu Şiban’a nispetle bu adı almıştı ancak Şiban değil, Arapların telaffuz ettiği gibi Şeybanî olmuştu. İleride Diyarbakır ve Tebriz merkezli Kızılbaşlara karşı gelecektir. Tarihte isim tercihleri politik stratejinin bir uzantısı olarak iş görmüştür. Akkoyunlular, Şeybanî Han’ın çocukluk devrinde Diyarbakır da dâhil olmak üzere Hazar’dan Kuzey Suriye’ye ve Umman’a kadar hâkim olmuştu bile. Çatışma sahası ve isimlendirmeler örtüşmektedir. Bu, süreklilik kazanmış bir çekişmenin sahasıdır; isimler, ilişkiler, aktörler süreklilik göstermektedir. Aynı devlet altında veya değil, irtibatların bir anda doğmadığı ve sürdüğü muhakkak. Türkiye’nin Suriye sınırına asker yığdığı 1957’de veya 1979-1982 arasında Halep ve güneyi ile Şam’da cereyan eden olaylarda bu nevi sülalelerin Türkiye ile irtibatları muhtemeldir. Anlaşılan, öncesi ve sonrası vardır.
11 ve 15 Şubat 1957 tarihli Cumhuriyet gazetesi nüshaları
16.yy’a gelindiğinde, Mısır’dan başlamak üzere Çin sınırlarına kadar dört Türk hükümdarlığı sahaya hâkimdi. Mısır ve Anadolu genel itibari ile Sünnî, İran Kızılbaş, onun arkasındaki memleketlere giderek yayılan Şeybanî iktidarı ise yine Sünnî idi ve oldukça katıydı. Şeybanî, İran Kızılbaşlığı’na öldürücü darbeyi indirmeye kalkmadan önce cephe gerisini sağlama almak üzere Kazaklarla çatışmasının yanı sıra, önemli bir olay olarak Nakşibendiliğin kurucusu Bahâeddin Nakşibend’in kabrini ziyaret etmesini resmî yazıcılarına kaydettirmiştir. Uzun Hasan’ın torunu Şah İsmail’in, Şeybanî’yi alt ettikten sonra başının derisini doldurtarak Osmanlı Sarayı’na, gerisini ise Mısır Sarayı’na gönderdiği rivayet ediliyor.
Bu tarihten sonra İran-Osmanlı çatışması uzun yıllara yayılacak, Kasr-ı Şirin ile bir denge hâline girilecek ancak gerilim dinmeyecek ve vekiller vasıtasıyla çatışmalar sürecektir. Kürtler bu noktada İran, Irak, Anadolu sahaları arasında bir tampon/vekil/bağımsızlık diyalektiği bağlamında tarihî roller alacaktır. Bu rol alışlarda İngiltere müdahale edecek ve neticede hep satacak ve yıkacaktır; İran içlerinde Mahabad’ı yıkan da Nakşi Şeyh Ubeydullah’ı İran’dan çıkartıp tutuklatan da onlardır. Tarihte Türk-Kürt-Fars-Arap çekişmeleri bu milletlerin gücünü heba etmiş; topraklarımızı dış müdahalelere hep açık tutmuştur. Özellikle emperyalist çağda mezhebi ayrışmalar, Batı için kullanışlı bir alana dönüşmüştür. Irak olayı ortadadır.
Bugün müfrit Şîa karşıtlığı ile temayüz eden Nakşiliğin, Türk Devleti’nin siyasal idare teknikleri arasında müstesna bir yeri olagelmiştir. Günümüzde de cari olan bu işlev, tarihte kendisini önemli dönemeçlerde “Sosyal İlişkiler Sivil İşler” bağlamında gösterecektir. Bazı örnekler verelim:
* Tanzimat idaresinde klasik Kürt Mirlik düzeninin dağıtılmasından sonra ortaya çıkan kaosun giderilmesi kapsamında Kürt Nakşi şeyhlerinin toplum idaresinin başına getirilmesi,
* Yeniçeri Bektaşî tekke düzenine karşı, Nizâm-ı Cedîd Ordusu mensuplarının örgütlenmesi amacıyla kışla etrafına Nakşi tekkelerinin inşası,
* Yeniçeri Ocağı dağıtıldıktan sonra İstanbul’daki 12 adet Bektaşî tekkesinin Nakşilere devri,
* 1960’lı yılların sonunda radikalleşme eğilimi gösteren İslamî siyaset zemininin Nakşi geleneğe yönlendirilmesi, Erbakan’ın rol alışı,
* Türkiye’nin neoliberalizme dümen kırmasında Özal’ın modern bir figür olarak sahneye çıkışı.
Bu hadiselerin arkasında, kapitalizmin Türkiye’de adım adım ilerleyişi ve karşıtı güçlerin ezilişi takip edilebilir; detayları bu yazıyı aşmaktadır.
Hasan Şeybani’ye yeniden dönecek olursak eğer, gelişimi tesadüflere bağlanamaz. Tarihseldir. Türkiye-İngiltere koordineli hükûmette yerini aldı, Dışişlerine ilişkin ilk açıklamasını 24 Aralık 2024’te yaptı. Bu ilk açıklama İran’a yönelikti; kaos yaymakla suçladı. Eş zamanlı olarak Suriye’den İran’a uçuşların askıya alındığı ve Şara yönetiminin İran’a karşı uluslararası mahkemelerde dev tazminat davaları açacağı haberleri gelmektedir. Bu haberleri takiben, 30 Kasım’da Halep’te Ebu Abdullah el-Hüseyin el-Hasibi türbesinin ateşe verilerek türbedarlarının öldürülmesi hadisesi bir ay sonra servis edildi ve Alevî toplumu sokağa indi; hemen ardından sokak gösterileri, sosyal medyada İran ile ilişkilendirildi. Bir şeylerin pişirildiği bariz.
Emperyalizm, Farsları, Türkleri, Kürtleri, Arapları birbirine boğazlatmak üzere adımlar atıyor. Adımların tarihsel ve toplumsal izlerini teşhis edebiliyoruz; bu izler modern çağda sömürüye, kapitalizme ve zulme çıkıyor. Bu işte Türk’ün, Kürt’ün, Fars’ın ve Arap’ın hayrına bir şey yok. İngiltere’nin ve ABD’nin, hasılı kapitalist sömürünün çarkına faydası var. Türklerin, Kürtlerin ve Arapların fetihçi naralara karşı uyanık olmasının şart olduğu bir döneme giriyoruz; aktörleri tanıyoruz. Tanıtmalıyız da.
Türkiye’de çocuklara Yezid ismi yakıştırılmıyor, buna karşın yüzbinlerce Sünnî, Şiî ve Alevî Hüseyin yaşıyor. Toplumsal zeminimiz budur, umut vericidir. Siyasal yönetim taktiklerine ve emperyalistlerin iteklemelerine kurban edilmemelidir.
Tevfik Atmaca
25 Aralık 2024
Görsel: Şah İsmail ile Şeybanî Han mücadelesi.