“Deprem oluyor!”
Bu, Rauf’un eşinin sesiydi. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Rauf’un sesi geldi:
“Çocukları hemen giydirin! Osmaniye’de deprem oluyor.”
Sonra mikrofon kapandı.
O an bir felaketin yaşandığını hissettim. 2020’de İzmir’deki depremi evimde yaşamıştım. O korkuyu hâlâ unutamamıştım. Ama bu kez, durum çok daha büyüktü…
Sabaha kadar gözümü kırpmadan televizyon ve sosyal medyadan haberleri takip ettim. Gelen bilgiler korkunçtu: 11 şehir yerle bir olmuştu.
Depremin büyüklüğünü ve yıkımın boyutunu anlamaya çalışıyorduk ama enkazdan gelen haberler, içimizi parçalayan çığlıklar ve yardım çağrıları bu felaketin tarif edilemez bir trajedi olduğunu gösteriyordu. Daha da kötüsü, yardıma koşacak askerlerin kışlası, polislerin karakolu, itfaiyecilerin binası, sağlıkçıların hastanesi de çökmüştü. Enkaz altında sadece halk değil, ilk müdahaleyi yapması gerekenler de vardı.
Acıyı Aşan Dayanışma
Felaketin sıcak anlarında bile siyaset peşinde koşanlar oldu. İnsanların acısını istismar eden, algı operasyonları yürütenler eksik olmadı. Ama tüm bu provokasyonlara rağmen, Türk milleti ve Türk dünyası omuz omuza vererek bu felaketin yaralarını sarmaya çalıştı.
İşte o an, bu milletin ne kadar büyük olduğunu bir kez daha gördük.
Avrupa’daki Türkler, devasa tırları yarış arabası gibi kullanarak yardımları afet bölgesine yetiştirmeye çalıştı. Azerbaycan’dan, Kırgızistan’dan, Kazakistan’dan, Özbekistan’dan, Türkmenistan'dan, dünyanın dört bir yanından insanlar yardıma koştu. Göçmen işçiler bir günlük maaşlarını bağışladı. Sınır tanımayan doktorlar geldi. İnsanlık, bu felaketin karşısında tek yürek oldu.
O gün on binlerce canımızı kaybettik, yüz binlerce insan yaralandı. Acımız çok büyüktü. Ama bu millet, bu acının altında ezilmedi. Dünyaya dayanışmayı, vefayı ve insanlığı bir kez daha gösterdi.
Deprem bize çok şey kaybettirdi ama bir şeyi asla kaybettiremedi: Birbirimize olan güvenimizi ve kenetlenme gücümüzü.
Ve o gece, saat 04.17’de, sadece binalar değil, hepimizin içinden bir parça da yıkıldı.