nu kanar. Ertesi gün olay, başöğretmene bildirilir. Babam korku içindedir. Okuldan atılacağını düşünür. Kavgaya karışan köyümüzün çocukları ve kavgaya tanıklık eden komşu köy çocukları; babamın kavgaya karışmadığı, kavga edenleri ayırmak için çaba gösterdiğini söylerler başöğretmene. Bu anlatımlar, babamı kurtarır.
Bir gün babamın okul arkadaşlarından birine: “Niye korudunuz babamı?” diye sordum. “Oğlum, baban çok çalışkandı. Okumayı, okulu, öğrenmeyi, öğretmeyi çok seviyordu. Okuldan atılsaydı çok yazık olurdu ona hem de memleketimize.” diyerek yanıtladı beni.
Beşinci sınıfta köy enstitüsü sınavlarına girdi. O yıl bucak merkezimizdeki ilkokuldan bir tek o kazandı sınavı. Kazandı kazanmasına, ama büyük sorun şimdi başlıyordu onun için. Ninem, enstitüye gitmesine karşı çıktı. “Böyle büyük bir günahın altına giremem.” diyerek karşı çıktı onun okuma isteğine. Karanlık bir duvar gibi durdu okuma isteğinin karşısına. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Yapılacak işlemler var, yetişmesi gerek. O akşam büyük bir fırtına kopuyor. Şiddetli rüzgârla sağanak yağmur başlıyor. Gök gürültüleriyle şimşekler birbirine karışıyor. Babam, bahçedeki dut ağacının altına oturuyor. “Ya okula giderim ya da bu gece burada ölürüm.” diyor. Ev halkı yalvar yakar. Babam da ninem de geri adım atmıyor. Babamın bir küçüğü olan Fatma halam, dayanamayıp ağabeyinin yanına gidiyor. İki gözü iki çeşme… “Yapma ağabey, hasta olacaksın burada. Gel içeriye, bir çaresini buluruz bu işin.” diye yalvarıyor. O da orada fırtınanın ortasında. Direniş büyüyor. Ana yüreği dayanamıyor. Ninem çıkıyor dışarı. “Oğlum, gir içeri artık. Sabah ola hayrola!” Gecenin bir yarısı babam eve giriyor. Üstünü başını değiştiriyor. Ocaktaki ateş canlandırılıyor. Ateşin başında uyuyakalıyor postun üstünde birkaç saat.
Sabahleyin erkenden kalkıyor ninem. Sabah namazından sonra camiye gidiyor. Akrabası olan cami hocasına danışmaktır amacı. Halim Efendi, babamın hocasıdır aynı zamanda. Ninem: “Ali’m çok istiyor okula gitmeyi. Günaha girerim diye karşı çıkıyorum ona. Ne yapacağım? Bana bir akıl ver!”
Halim Efendi: “Bak amca kızım, çocuk çok istiyorsa göndereceksin onu okula. Günahı da benim olsun! Sen, rahat ol!” diyerek ninemi rahatlatır. Arık okumanın önündeki karanlık duvar yıkılmıştır.
Babamla halam çoktan uyanıp yol hazırlıklarına başlamışlardır. Halam, kilerden bir kot (10 litrelik bir hacim ölçüsü) barbunya fasulyesi doldurur küçük bir torbaya. Bu, babamın yol harçlığı olacaktır. Ninem, şaşkın bir biçimde gelip okula gidebileceğini söyleyince dünyalar babamın olur. Fasulye torbasıyla tahta yükçeye koyduğu birkaç parça eşyayı sırtlar. Yaya olarak yola koyulur yolu yol olmayan köyden. On iki kilometrelik yolu kuş gibi uçarak gider. Denize kavuşur. Buradan, Rize’den gelen bir arabaya binip ilçeye varır. İlçenin pazarı vardır. Torbasındaki fasulyeyi satıp harçlığını cebine koyar.
Gerekli işlemleri yapmaya girişir. İki kefil gerekir okul için. Kefilin biri küçük dayısı olur. İkinci kefili bulmakta zorlanır. Yetim çocuğun sorunluluğunu kimse üslenmez. Ya okumasa… Ya okuldan atılırsa herhangi bir nedenle…
Babamın üzüntüsünü ve çaresizliğini gören bitişik köyümüzden ilçede dava arzuhalcilik yapan Hacaploğlu Ali, babama derdinin ne olduğunu sorar. Babam anlatır. “Bir komşu çocuğumuz yatılı okul kazanmış, ona kefil olmamak yakışmaz bize. Alırlarsa alsınlar malımı mülkümü. Kefilin benim, düş önüme!” der. İşlemler tamamlanır. Alelacele bir kayığa binip Trabzon’a gider. Orada zaman geçirmeden ver elini Beşikdüzü. Artık köy enstitülü bir öğrencidir. Kışın okulda, yazın gurbette geçer okul yılları.
Bir yaz günü Bafra’ya gider tütün dizmeye ağabeyi ve köyümüzden bazı kişilerle. Çalıştıkları evin hanımı uzaktan akrabamızdı. Tütünde çalışan işçiler, saman yığılan damda yatarlardı. Dursun hala, babamı evde ağırlardı. Nedenini soran amcama ve arkadaşlarına şöyle açıklamış bu durumu. “Ali hem eski yazı hem de yeni yazıyı öğrenmiş. O, büyük adam. Çok bilgili. Böyle bir adam tarlamızda çalışsa bile onu, bir konuk olarak ağılamak, onun ilmine saygı göstermek görevimiz. Efendi adamı damda yatırmak olmaz.” Bu olayı, bana anlatan babamın gurbet arkadaşı komşumuz Mustafa Öztürk’tü.
Beşikdüzü Köy Enstitüsü, kız öğretmen okul olunca öğrenciler ülkemizdeki diğer enstitülere dağıtılır. Artık okulların adı değişir, öğretmen okulu olurlar. Ali Korkmaz (Hacıömeroğlu), Balıkesir-Savaştepe’ye gönderilir ve eğitimini burada tamamlar.
Okulu bitirince ilk görev yeri, Denizli ilinin Çal ilçesinin İsabey kasabası. Orada annemle evlenir. Görevi sırasında kalıcı izler bırakır orada. Bu izlerin hala capcanlı durması, gururlandırır beni. Yıllar sonra ilkokulu okuduğu Hayrat’a atanır. Ben de aynı okulda okudum. Baş öğretmenimiz Ahmet Hamdı Özcan’dı, yani babamın öğretmeni. Babamla hep gurur duydu. Önce kızı Gülsen’i sonra de ikizleri Ahmet ve Hamdi’yi babamın okutmasını sağladı. Saygı ve sevgi içinde çalıştılar yıllarca.
Ben de baba mesleğini seçtim. Türkçe Öğretmeni olarak Çarşamba-Çınarlık Ortaokulu’na atandım. Orada babamın sınıf arkadaşı Salih Uzun’la tanıştım. Beni tanıyınca şaşırdı. Babamı unutup unutmadığını sordum. “Ali unutulur mu hiç? Enstitüye geldiğinde yanında namazlığı vardı. Onu ranzaya asardı. Beş vakit namazını kaçırmazdı. Ramazanda teravih namazlarını bize o kıldırırdı. İmamımız olurdu. Kimi zaman da cumalarda önümüze geçerdi. Son sınıfa geldiğimizde biz imamlık yapmaz oldu. Biz de namaz kılmayı bıraktık.” dedi. Babamdaki değişimi anlayamadığını de ekledi sözlerine.
Enstitüye girdiğinde kitap okumaya başlamışlar. Önce dünya klasikleriyle tanışmışlar. Giderek felsefe öğrenme merakı başlamış babamda. Namazlık olarak kullandığı koyun postu elinden düşmezmiş. Okulun her yeri onun ibadetgâhı olmuş. Bir gün Savaştepe’deki okul müdürü çağırmış onu. “Namazını kılmasına kıl da bir yerin olsun senin. Seni kitaplığın sorumlusu yaptım. Al şu anahtarı, namazlığını oraya koy ve orada kıl namazını.” Bu, onun için bulunmaz bir fırsat olmuş. Namaz kılamaya her girdiğinde saatlerce çıkmazmış oradan, dalarmış kitaplara. Kitap aşkı gittikçe derinleşmiş. Bu aşk, son soluğunu verene dek sürmüş. İki eli kanda olsa her gün bir gazeteyi kesinlikle alır okurdu. Aylık düşünce ve edebiyat dergilerine abone olurdu. Mesleğiyle ilgili yayınları izlerdi. Kitaplar, onun vazgeçilmez arkadaşı oldu hep.
Köy enstitüleri amacına ulaşmıştı bir Cumhuriyet projesi olarak. Babam da enstitülü olmaktan hep onur duyardı. Devletin ekmeğini yemişti yatılı okullarda. Bu nedenle devletine bağlılığı üst düzeydeydi. Kendisine, okuma olanağı veren Atatürk’e ve onun kurduğu Cumhuriyet’e yürekten bağlıydı. Yaşamı boyunca iyilik gördüğü herkese saygı ve sevgide kusur etmedi. Her zaman bu iyilikleri bize anlattı. Bu, bize vefalı olma eğitimiydi.
Son ders zili çaldığında işi bitmezdi. Derslerden sonra özellikle yoksul öğrencilere kurs verirdi gönüllü olarak. Bu yolla birçok öğrencisinin yatılı okul kazanmasında önayak oldu. Kimi zaman bu kursları, yaz dinlencesinde de sürerdi.
29 Mayıs 1995 Pazartesi günü sonsuzluğa göçtü babam. Cenaze namazını köylümüz, yakınımız Delimahmutoğlu Ali Efendi kıldırdı. Duasını o okudu. Talkınını da Ali amca verdi. O. Babamın akranıydı. Cenaze namazından önce yaptığı konuşmada: “Ey cemaat, burada yatan mevtayı siz yalnızca okullarda yaptığı öğretmenlikle tanırsınız. O önceden camide Kuran öğretmeniydi. Bana Kuran’ı öğreten oydu. Benim gibi birçok kişiye de Kuran öğretti. Allah ondan razı olsun. İnşallah hakkını helal etmiştir bizlere.” dediğinde herkes şaşkınlıkla baktı. Çünkü babamın bu yönünü çoğu kişi bilmezdi. Zaten babam da bunu pek anlatmazdı. Yaptığı işlerle övünmeyi sevmezdi.
İşte, o gün kendimi yetim olarak duyumsadım yaşıma başıma bakmadan. Yüreğimin bir bölümü kopup gitti. Şimdi onun bıraktığı izlere bakarak avunurum. Onun yaşama bakışını, insan ilişkilerini örnek alarak yürümeye çalışırım yolumda.
Adil Hacıömeroğlu
12 Eylül 2022