Birkaç günlüğüne şehir dışına kaçayım dedim. Hem biraz yoğun gündemden uzak kalırım, hem de ileri dönemde ekip arkadaşlarımızla yapmayı planladığımız birkaç çalışmanın detaylarını, doğada kendi fikirlerime göre yorumlarım diye düşündüm.
Düşünmüştüm, demek daha doğru olur!
Daha şehirden çıkmadan ilk ilçede başladı kulağıma bir şeyler gelmeye. Telefonum kapalı, çocuklar etrafı seyre dalmış ve bir zamanların en meşhur iletişim aracımız radyodan o güzelim huzur veren şarkılardan birisini ararken, pat diye düşüverdi birden aracın içerisine ortaya.
-Haniye şehit edilmiş!
Suskunluğumuzun kelime anlamı yok dilimizde.
Duygularımızı ifade edecek her hangi bir kelime bilgisinin olmadığı gibi veya ne bileyim üzüntümüzün harflere yansımasını.
Hani derler ya, insana değil; derdini dağa taşa anlat diye.
Ve işte dağın taşın tam ortasındayız.
Uçan şu kuşa anlatın bakalım bu olayı. Üzerinde huzur içerisinde araba sürdüğümüz ve bir sonraki durakta aşina birisiyle karşılaşma ihtimalimizin çok yüksek olduğu sükûnet deryasının göbeğindeyken, toprağa fısıldayın bu olayı.
Aklıma hemen kesilen ağacın feryatlarını anlatan bir hikâye geldi; ne demişti ağaç, yanarım-yanarım da, bu baltanın sapı benden ona yanarım dediği işte tam buydu.
Kim ne derse desin, şeytan şeytanlığını yapacak. Çünkü kâinatın tek sahibinin vaadi var. Mühlet verildi bir kere.
Bizi sıkıntıya sokan şey, o şeytanın gittiği her yerde itibar görmesidir.
Heyhat!
Kendi yanı başımızda dahi o şeytana alkış tutan nice eller bilirim.
Tıpkı Haniye’nin şehit edildiği toprağın sahipleri gibi
Kop’un zirvesine doğru son dönemece yönelen aracın direksiyonunu hangi duygularla tuttuğumu dahi unutmuş bir vaziyette, kadim şehir Erzurum’a doğru attığım bakışın altında öyle bir eyvah yatıyordu ki.
Filistin’den ne farkı vardı ki bu şehrin? Diye iç geçirdim.
Kendi rızamızla toprak sattıklarımız bugün bu topraklardan bizi atmak için veya köle olarak boğaz tokluğuna çalıştırmak için her hangi bir farklı bir çabaya dahi tenezzül etmiyorlar.
Hatta bu toprak sahipleri; içimizde bizden olan ama onlara mihmandarlık yapan, benliğini üç beş kuruşa satmışın sayısını kendileri dahi bilmezler. Çok iyi bilirler ki attıkları adım ne olur ise olsun alkış tutan birileri hep olacaktır.
Olmuştur ve şu an oluyor da…
Şimdilerde Erzurum’da yabancı sevdası derler bu takıntının adına. Çok uzun yıllar öncesine dayanır bu sevda ve halen daha kabuk tutmasına fırsat verilmeden ara ara kanatılarak hatırlatılan, en büyük derdimizdir.
Unutturulmaz.
Asla unutturulmaz…
Ne zaman kanatılır?
İçimizden birisi, yani bu toprağın kendi öz çocuğu bir adım ileri gittiğinde hemen kanatılır ki, başarılı olamasın. Çünkü çok iyi bilirler ki o başarılı olur ise bütün bir Erzurum’un kendi çocukları başarılı olacaktır ve kendilerinin veya babalarının veya dedelerinin tahta bir bavul ile geldikleri bu şehirde kurmuş oldukları ağalık sistemi otomatik olarak çökecektir. İşte o zaman bu şehrin çocuklarına karnı doyuncaya kadar ekmeği, hazzı duyuncaya kadar neş’eyi, gözü doyuncaya kadar da kazancı çok görmüşlerdir.
Kimler mi?
Bugün bu şehirde bir ekmeğin fiyatını dahi onlar belirlerken, amaçlarını tahmin etmeniz inanın imkânsızın üstünde bir şeydir.
Dedim ya bu yara arada sırada kanatılır ki kabuk bağlamasın.
Bu şehrin kendi çocuğu bir adım ileri de kalmasın.
Hep Filistin’e benzetmişimdir bu şehri; ilerleyemeyen ama birileri tarafından hep talan edilen. Kurtarılmak için çaba gösterilmeyen ama hep yanındaymış gibi gösterilen. Dinlenmeyen ama onun adıyla kazanç kapısı oluşturulan. Bir şeyler yapılmak için adım atılmayan ama atılıyormuş gibi gösterilen.
Uzun lafın kısası uğrunda hep koşuşturulan görülüyor olmasına rağmen, yanına hiç kimsenin uğramadığı bir vaziyetinin olması…
İçten talan edenlerin, dıştan talan edenlere hizmet ettiği bu şehirde düzen böyle kurulmuş bir kere.
Yani anlayacağınız azizim; kendi itlerinin başını okşarken, bizim aslanlarımıza reva görüleni anlatmaya ne hacet.
Masal budur ya; avcı ormanda avlanırken gördüğü heybetli aslanı yaralar. Aslan ormanın bir kenarında kaybettiği kan ve gücün meydana getirdiği halsizlikle bir ağacın dibinde ölümü beklerken yanında bir tilki belirir.
Tilki yerde yatan aslanın durumunu fark edince, fırsat bu fırsat başlar aslan ile alay etmeye. Aslanın kuyruğuyla, yelesiyle oynayarak gülüp eğlenen tilki, karşısında ki aslanın yattığı yerden gözünden birkaç damla yaş belirdiğini görür ve hemen büyük bir şımarıklık ile “hayırdır aslan kardeş, incittim mi?” diye sorar. Aslan yattığı yerden kaybettiği kan ve gücün etkisiyle son bir gayret heybetini öne çıkarmaya çalışarak “benim seninle işim olmaz var git işine, benim sitemim ve ahım avcıyadır.
O nasıl bir beceriksiz ahmaktır ki, vurdu vurmasına da öldüremedi ya, ona yanarım…
Yanarım ki, beni senin gibi ite, köpeğe, soytarıya oyuncak etti.
Haniye şehit edilmiş, Filistin ayakta, Gazze yasta, dünya seyrediyor. Biz ise halen daha katledilen çocukların ardından şiir okuyoruz. Sessiz bir şekilde sözüm ona protesto ediyoruz.
Ama farkında mıyız acaba; biz sessiz bir şekilde protestomuzu yapıp, gönül ve vicdan rahatlığıyla evimize giderken, hem de kamunun kendi marketinden alış veriş yaparak katil devlete gönderdiğimiz kurşun parasıyla bir çocuğun daha katline yardımcı oluyoruz.
Kop’tan aşağı süzülen aracın camından dışarı kusasım geliyor ama dedim ya, bu yaranın ara ara kanatılması lazım.
Erzurum mu?
Bana göre halen daha Filistin. Sanki de bir Gazze…
Bir gün kurtarılmayı, yanı başımızdaki bizden daha iyi şartlarda hayat süren ve hatta bize bakarak alay edercesine hava atan komşularımızın refah seviyesine ulaşmayı bekliyoruz.
Umudumuz yanı sıra gayret gösterenimiz o kadar çok ki!
Hangisi Brütüs, hangisi kazma sallayan ve hangisi bu kazma sallayanlara “hıh” çekiyor onu çözemiyoruz o kadar.
Dedim ya eller kendi itlerinin başını okşayadursun, biz içimizdeki aslanları avcıya yem etmeye devam edelim.
Nasıl olsa orman bizim, aslan bizim ve ne yazıktır ki dalgasını geçen it bizimdir…
Tahta bavullarla gelen avcılarımız ise her gittikleri yerlerde ayakta alkışlanıyorlar…
Uzm.Hakan Dikmen