2002 yılından itibaren tek başına iktidarda olan AKP’nin zihinsel ideolojisi ve politikaları üzerine sosyal bilimlerde pek çok çalışma yapıldı. AKP’nin iktidar döneminde eğitim, ekonomi ve medya gibi kurumları adeta zimmetine geçirdiği dönüşüm; AKP’nin kendisinin yıllar içindeki değişimi, "siyasal İslam" ve "muhafazakâr demokrasi" kavramları bağlamında yapılan politik analizler ve AKP’nin yerelde politikasını üretme biçimini anlamaya çalışan mikro perspektiften araştırmalar gibi birçok örneğe rastlıyoruz. Ancak 2018’de yayımlanan “Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm” adlı kitap, tüm bu çalışmalardan farklı olarak, AKP’nin iktidar etme biçiminin önemli bir parçası olarak işlev gören duygulara odaklanıyor. Bu duyguların da ağırlığını din, iman, bayrak, ezan gibi algıların siyasi olarak her alanda ve görsel mekânlarda satın aldığı veya baskılarla kendi zimmetine aldığı basınla Türk milletini manipüle ettiği açıkça belirtilmişti.
Yeni Osmanlıcılık ve AKP İlişkisi: Dönemsel Uçurumlar
Osmanlıcılık fikri, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıktığı haliyle çok kültürlü, kozmopolit ve din-etnisite ayrımı yapmayan bir kavramsallaştırma iken; Cumhuriyet tarihi içinde görünür olduğu dönemlerde, İslam ortak noktasını merkeze alan, etnisist bir fikir olarak belirdi. Osmanlı’nın son dönemindeki Osmanlıcılık fikri ile bugünkü Yeni Osmanlıcılık ideolojisi arasındaki farkı, temsilcileri, metinleri ve arzuları anlamında karşılaştırmak, dönemsel olarak arada geçen yüz yıllık bir geçmiş zamanla 21. yüzyıl koşulları arasındaki yönetim uçurumlarına bakmak gerekiyor. Osmanlı ile AKP zihniyetine bakıldığında, AKP için de bir söz üretmeyi mümkün kılabilirdi: “Şeytanın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır” diye bir laf vardır; işte AKP ve çürümüş çağdışı zihniyeti de tam da böyle.
Bu durumu, AKP içinde yer alan ve kendilerine Türkiyeli liberal diyenlere de uyarlayarak şöyle diyebiliriz: “Liberallerin en büyük hilesi, bizi liberalizmin Türkiye’de köksüz ve zayıf bir ideoloji olduğuna inandırmalarıdır.” Kuşkusuz Türkiye’de saf/pür haliyle bir siyasal ideoloji ve akım olarak liberalizmin kitlesel bir tabanı, etkili düşünürleri ya da güçlü siyasi partileri olduğundan söz etmek mümkün değildir. Ancak bu, “liberalizmin köksüzlüğü ve zayıflığı” iddiasını kanıtlamak için yeterli değildir; liberalizm bir perspektif, bir tavır, bir metodoloji, bir yaklaşım biçimi gibi çeşitli kılıklarda Türkiye’deki bütün siyasal ideolojilerin/akımların içerisinde kendisini gösterebilmekte ve siyaseten kirlenmişliğe sorgusuz sualsiz entegre olabilmektedirler.
Liberalizmin Türkiye Serüveni: Osmanlı'dan Günümüze
Liberalizm, Osmanlı’nın son döneminde “kapitülasyonlar sürecinin her kritik alanda etkili bir akım olmuş ve bu etkiyle orantılı bir şekilde siyasete yön verebilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı’dan günümüze Türkiye’nin siyasal hayatına bakarken, liberalizmin gücü ve kapitalizmle iç içe geçmiş etkisinin asla küçümsenmemesi ve AKP içindeki Erdoğan’a yön verenlerin olduğu kapitalist düzenin etkin baskılarını ve etkilerini bugün 23 yıllık AKP zihniyeti içinde de görmek mümkündür.
Osmanlı'da Liberal Düşüncenin Yükselişi
Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin henüz başlarında, II. Mahmut döneminde, devleti modernleştirme çabalarına iktisadi liberalizmin eşlik ettiğini görürüz. Bu dönemde İngiltere ile bir serbest ticaret anlaşması olan Baltalimanı Ticaret Anlaşması (1838) imzalanmış, dönemin en etkili reformcu isimleri, örneğin Mustafa Reşit Paşa, Fuat Paşa ve Ali Paşalar mülkiyet hakkından ve serbest piyasa ekonomisinden söz etmişlerdir. Tanzimat Fermanı’nın kendisi de diğer hükümleriyle birlikte ama en çok da özel mülkiyeti devlet karşısında güvence altına almaya çalışan bir girişim olması itibarıyla liberal bir karakter taşımaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki modern ilk muhalif hareket olan Genç Osmanlılar ve dönemin Jön Türklerinin temel talepleri çok net bir şekilde liberal bir içerik taşır. Jön Türkler, dönemin anayasacılık hareketlerine uygun bir şekilde padişahın yetkilerini kısıtlamayı ve bunun için de bir meşruti monarşi tesis etmeyi hedeflemişlerdir. Bir anayasa hazırlanması ve bir parlamento açılması Jön Türklerin siyasi fikirlerinin temelinde yer alır ve bunu Mithat Paşa’nın öncülüğünde 1876’da başarmışlardır. Ancak çok kısa süre sonra, 1878’de, II. Abdülhamid Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek anayasayı askıya alacak ve parlamentoyu da tatile gönderecektir; tıpkı bugünün AKP ve zihniyetinin TBMM’yi tasfiye sürecine sürüklediği gibi.
İttihat ve Terakki Döneminde Liberalizm
O dönem İkinci kuşak Jön Türklerin, yani İttihat ve Terakki’yi oluşturacak kadroların otuz yıl boyunca verecekleri mücadelenin temelinde Abdülhamid istibdadına karşı anayasanın yeniden ilan edilmesi ve parlamentonun yeniden açılması vardır. Bu mücadele 1908’de başarıya ulaşmış, meşrutiyet bir kez daha ilan edilmiştir. Ancak II. Meşrutiyet kavramı 1908’i anlamak için yeterli değildir. 1908, Türkiye’nin burjuva devriminin ilk aşamasıdır, ikinci aşama ise 1923 olacaktır. Bir süreç olarak burjuva devrimleri, feodal üretim ilişkilerinin ve ondan kaynaklı tahakküm ilişkilerinin yerini kapitalizmin almasını, aristokrasinin egemen sınıf olma karakterini yitirip yerini burjuvaziye bırakmasını, kişiselleşmiş yönetimden hukuk ve modern bürokrasiye geçişi ve anayasalı bir yönetimi anlatır. Sürece damgasını vuran ideoloji de burjuvazinin dünya görüşü olarak elbette ki liberalizmdir.
Günümüzde yapılan tartışmalarda, İttihat ve Terakki basitçe devletçilik, merkeziyetçilik ve milliyetçilikle özdeşleştirilmekte, İttihatçıların tarihsel ve özsel olarak anti-liberal bir pozisyonda yer aldıkları iddia edilmektedir. Oysa bu doğru değildir; İttihat ve Terakki’nin hiçbir zaman tek bir ideolojik pozisyonu olmadığı gibi, İttihatçılar da farklı siyasal ideolojilerin taşıyıcılığını üstlenmişlerdir. 1902’deki Osmanlı Hürriyetperverler Kongresi, yani Osmanlı Liberalleri Kongresi, İttihatçıların ilk kongresidir ve bu kongreden bir ayrışma çıkacaktır. Bir tarafta Osmanlı liberalizminin ve âdem-i merkeziyetçiliğinin kurucu ismi Prens Sabahattin ve onun taraftarları, diğer tarafta ise Japonya benzeri daha kapalı bir ekonomi modelini savunan Ahmet Rıza taraftarları vardır. Kongrenin sonunda bir bölünme yaşanacak ve Prens Sabahattin kendi örgütünü kurmak için ayrılırken, İttihat ve Terakki Ahmet Rıza çizgisinde yoluna devam edecektir.
Ancak bu, İttihatçıların liberal olmayan, merkezinde devletin bulunduğu, kalkınmacı ve sanayileşmeci kapalı bir ekonomi modelini benimsedikleri anlamına gelmez. Daha uzun yıllar liberalizmin ilkeleri ve serbest ticaret adeta bir amentü gibi kabul edilecektir. Öyle ki İttihat ve Terakki’nin iktisadi fikirlerinin belirleyicisi en ünlü Osmanlı liberallerinden Cavit Bey olacak ve Cavit Bey, çeşitli defalar maliye bakanlığı görevini üstlenerek Osmanlı ekonomisini yönetecektir. İttihat ve Terakki içerisinde anti-liberal bir tutumun ortaya çıkışı için ise ancak 1. Dünya Savaşı’nı beklemek gerekecektir. Bir yandan savaş koşullarıyla, bir yandan Parvus Efendi’nin Marksist perspektifli yazılarıyla ama özellikle Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi milliyetçi isimlerin Almanya’daki milli iktisat modelini örnek almalarıyla birlikte ulusal burjuvazi/ulusal pazar yaratma fikri ortaya çıkacak ve Osmanlı’nın kapalı bir ekonomi modeliyle kalkınabileceği yönündeki görüş giderek güçlenecektir. Hatta savaş fırsat bilinerek kapitülasyonlar yüzyıllar sonra nihayet kaldırılacaktır. Ama her şey için çok geçtir artık; çünkü Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmıştır ve hızlı bir şekilde işgal edilecektir.
Cumhuriyet Döneminde Liberalizm ve Ekonomi Politikaları
Milli Mücadele ve Cumhuriyet'in İlk Yılları
Milli Mücadele’nin söylemi kaçınılmaz olarak anti-emperyalizm üzerine kurulmuştu. Sovyetler Birliği’nin desteği ve İngiltere’ye karşı mücadele zaman zaman anti-kapitalist bir retoriği de devreye sokuyordu ama Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere Milli Mücadele’yi yöneten kadrolar birer burjuva devrimcisi olarak yüzlerini Batıya dönmüş durumdaydılar. Bağımsız bir ulus-devlet kurmak istemekle birlikte sosyalizme dair bir perspektifleri yoktu ve bunu da açıkça deklare ettiler. Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken toplanan İzmir İktisat Kongresi, rotanın kapitalizm olduğunu ve liberal ekonominin temel ilkelerine de herhangi bir itirazın söz konusu olmadığını gösteriyordu.
Zaten 1929 krizine kadar Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduğu Cumhuriyet, büyük ölçüde Atatürk’ün belirlediği bir ekonomi anlayışıyla yönetildi. Devletin ekonomiye müdahalesi son derece azdı, korumacı ve daha iyi anlaşılır politikalarla, serbest ticaret ilkeleri geçerliydi, planlı bir kalkınma modeli hâkimdi. Bunların hepsi ancak dünya kapitalizmi büyük bir krize girdiğinde ve geride kalan yıllarda sadece özel sektör aracılığıyla sermaye birikimini sağlamanın mümkün olmadığı görülünce söz konusu cumhuriyette geçici tedbirler alınarak kolektif bir kapitalist gibi davranacak ve devletçilik aracılığıyla sermaye birikiminin ana aktörü olacak, böylece ulusal bir kapitalizmi ve ulusal sermayeyi yaratacaktı ve sonunda yaratıldı da.
Cumhuriyette Atatürk dönemi devlet olarak ilk sanayi planının da yapıldığı bir dönemdir ama o dönem de homojen bir bütün olarak ele almamız mümkün değildir. Örneğin İsmet İnönü’nün temsil ettiği daha devletçi kanatla Celal Bayar’ın temsil ettiği liberal kanat arasında dönem boyunca güç mücadeleleri devam etmiş, Bayarcılar hem devletçiliği sınırlandırmaya çalışmış hem de devletçi politikaların asıl kazananının sermaye olması için çok sayıda düzenleme yapmışlardır. Örnek vermek gerekirse 1946’ya gelinip Soğuk Savaş başladığında ve emperyalizmle antikomünizm üzerinden yeni bir entegrasyon gündeme geldiğinde ise devletçilikten vazgeçilecek ve dümen bir kez daha liberalizme kırılacaktır.
Soğuk Savaş Dönemi: ABD Etkisi ve Liberalizme Geçiş
Sanayileşmeyi ve kalkınmayı hedefleyen, yeni devrimden çıkmış bir cumhuriyette, Cumhuriyet devrimleri tamamlanmadan Kemalist ideolojiyle kurulan Cumhuriyet Atatürk sonrası devrimler iki farklı görüş arasında adeta durağan bir sürece sürüklenmekteydi. Bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesini ve planlamayı öngören bir anlayıştan, ABD’nin uluslararası işbölümü içerisinde Türkiye gibi ülkeler için belirlediği hammadde ihracatçısı ülke modeline geçişin miladı olarak 1946’dır. ABD emperyalizminin dümen suyuna girişiyle birlikte bağımsızlıkçı ekonomi anlayışı terk edilecek ve bunun yerini serbest ticarete, borçlanmaya dayalı hammadde ihracı ve mamul ürün ithalatına dayalı liberal bir ekonomi modeli benimsenecek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti her alanda artık tam bağımsızlığından ödün verilerek ABD emperyalizminin dayattığı ekonomik anlaşmayı kabul etmiştir.
1946’da başlayan bu süreç Demokrat Parti’nin yani Adnan Menderes’in 1950’de iktidara gelmesiyle daha da derinleşecek, her ne kadar 50’lerin ikinci yarısından itibaren kriz nedeniyle liberalizmi sınırlayacak adımlar atılsa da tam anlamıyla devletçi kalkınmacı sanayileşmeci modele 27 Mayıs’a kadar dönüş söz konusu olmayacaktı. Çünkü Türkiye’de liberalizmin sadece ekonomik değil siyasal olarak güçlü bir damarı olduğuna dair örneklerden biri dönemin simgesi olmuştur: O dönem Cumhuriyetteki kimi aydınlarının bir bölümü çok partili hayata geçiş sürecinde Demokrat Parti’ye yanaşması ve “aşamalı” perspektife uygun bir şekilde, demokratikleşme adı altında Kemalist devrimlerden uzaklaşan DP’yle tek parti iktidarına karşı bir ittifak yapmalarıdır. DP’nin iktidar olur olmaz Türkiye tarihinin en antikomünist politikalarına başvurması da ders çıkarılması gereken bir hadise olarak karşımızda durmaktadır.
12 Eylül, AKP ve Liberalizmin Altın Çağı
Liberalizmin Türkiye’deki serüveni açısından kırılma noktası ise elbette ki 12 Eylül darbesidir. Bu dönemde, bir yandan Türkiye sermaye sınıfı ekonomiyi asker postalıyla neoliberalizme açarken, öte yandan son derece ironik bir şekilde, asker postalına karşı çareyi burjuva demokrasisinde gören yeni bir liberal dalga, taşıyıcılarının çoğu soldan gelen isimler olacak şekilde yükselmeye başladı. Bu dalga, emek-sermaye çelişkisini bir kenara atıp merkez-çevre, ceberut devlet-toplum, elitler-halk gibi ikilikleri ön plana çıkarıyor, sınıflar üstü bir demokrasiyi ve sivil toplumu fetişleştiriyordu. Bu dalganın yükselişine bir de reel sosyalizmin çözülüşü denk gelince, Türkiye’de de “tarihin sonu” ilan edildi, medya, akademi, düşünce dünyası, liberalizmin etkisi altında, kapitalizme kolektif bir şekilde ibadet etmeye başladı. Özal’dan Çiller’e, TÜSİAD’dan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’ne yepyeni kahramanlar, yepyeni “demokrasi savaşçıları” sahneye çıktı, bunlardan kahramanlar yaratıldı, beklentilere girildi.
Kaotik 90’ların ardından düzenin hegemonya krizinden çıkış arayışının bir sonucu olarak Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin ortaya çıkışı ve 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanması, liberalizm açısından 12 Eylül’den sonraki en büyük kırılma olduğu söylenebilir. AKP’nin ortaya çıktığı konjonktürde liberalizm Galip Yalman’ın deyişiyle “muhalif ama hegemonik” bir karakter taşımaktadır. Çünkü düzenin yaşadığı krizin karşısında muhalif bir tutum takınıp çözüm önerileri geliştirmekte ve bu liberal önerileri biricik gerçeklik gibi kabul ettirmeyi başarmaktadır. Örneğin devletin küçültülmesi, özelleştirme, siyasetle ekonominin ayrıştırılması, bağımsız merkez bankası, özerk üst kurullar, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkış reçetesinin temel başlıkları olarak sunulmakta, üstelik bunlar yapıldığında beraberinde demokrasinin de geleceği öne sürülmektedir.
AKP iktidarı bu “muhalif ama hegemonik” söylemin taşıyıcılığını üstlenmiş ve neoliberal ajandayı hakkını verecek şekilde uygulamıştır. Özelleştirme, taşeron ve güvencesiz çalışma, emek hareketinin dağıtılması gibi başlıklarda Türkiye sermaye sınıfının neoliberal ihtiyaçlarına yanıt verilirken, bir yandan da “demokratikleşme, vesayetle hesaplaşma, Avrupa Birliği’ne tam üyelik” gibi başlıklar üzerinden bir demokrasi retoriği devreye sokulmuş, ekonomik ve siyasi liberalizm eş zamanlı olarak yürütülmüştür.
Cemaat ve Liberal Entelektüellerin Rolü
AKP’nin ve AKP’yi oluşturan çağdışı zihniyetin cephe savaşları sonrasında Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Kemalist Devrimle kurulmuş olan Cumhuriyetin rejim inşasının temel stratejisinin de bu olduğu söylenebilir. Çünkü hatırlanacağı üzere AKP kapatma davasında AKP’nin ve zihniyetinin laiklik ve Cumhuriyet karşıtlığı Anayasa Mahkemesince tespiti yapılmış, ABD emperyalizmine hizmet eden bir siyasi parti olduğu sabittir. AKP zihniyetine hizmet eden liberal program, dışarıda ABD ve AB emperyalizminin hizmet eden kirli unsurlar ise içerideydi. 2002 sonrası emperyalist ülkeler Türkiye Cumhuriyeti devletini AKP ile çok daha hızlı dönüştürmek için ucuz ve bol dövizle birlikte, faizin ve enflasyonun belirli bir seviyede tutulması o dönemdeki krizden çıkışı hızlandırmış ve Türk halkının AKP’ye desteğini de beraberinde getirmiştir. Ondan sonra AKP ve zihniyeti artık kendi rejimini daha kolay inşa edebilme zeminini de böylece yakalamış olmasıdır.
AKP’nin kendi rejimini inşa etmeye başlaması ve buna hem devlet aygıtından hem de toplumun çeşitli kesimlerinden yükselen itirazlar ciddi bir siyasal çatışmayı beraberinde getirmiş, AKP bu çatışmadan Cemaat ve tarikat kadrolarının başrolde olduğu kumpas davaları aracılığıyla ele geçirdiği yargı sistemi içinde sürekli galip çıkmıştır. Özellikle TSK içerisindeki geniş tasfiyeler ve kamuoyunda tanınan, bilinen AKP zihniyetine muhalif isimlerin tutuklanması sonrasında devlet içinde kendine zihinsel olarak liyakatten uzak, dini gerekçelerle devleti tamamen ele geçirmesi de sağlanmıştır.
AKP ve FETÖ terör örgütü işbirliğiyle Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV, Devrimci Karargâh gibi davaların rejim inşası için kullanılan aparatlar olduğu görmezden gelinmiştir. Bu ise perspektifle, bakış açısıyla ilgilidir. Türkiye’deki temel çelişki emek-sermaye ikiliği üzerinden değil, devlet-toplum ikiliği üzerinden okununca, ne AKP’nin neoliberalizmin ve dinselleşme adına attığı adımlar ne de kendi otoriterliğini inşa edişi görülebilmiş, oysa o dönemde tam bir körlük dönemi yaşanmıştır.
“Yetmez ama evet” bu tutumun somutlaştığı en önemli hadise olarak görülebilir. Güya 12 Eylül’le hesaplaşma adı altında yine Türk halkı büyük bir yanılgı içine sürüklenerek 12 Eylül 2010 referandumu, aslında otoriterliği, dinciliği ve piyasacı lığı tahkim etmesi bakımından 12 Eylül’ün mantıksal sonuçlarına doğru götürülmesiyken, liberal entelijansiya “vesayetten kurtuluş” adı altında AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin arkasında hizalanmış ve “evet” kampanyasının taşıyıcılığını üstlenmiştir.
Liberalizm söz konusu olduğunda elbette ki FETÖ terör örgütünün elebaşı ve Gülen Cemaatinin kurucusuna bu yazımızda bir parantez açmak gerekir. Cemaat gerek liberal söylemi gerekse liberal entelektüelleri kapsama ve örgütleme (Abant Platformu) açısından Türkiye liberalizminin tarihinde ciddi bir rol oynamış, liberal fikirlerin popülerleşmesine Gülencilerin sahip olduğu medya aygıtı ve Cemaat kadroları büyük katkı yapmıştır. AKP ve Gülen Cemaati’nin ayrışması sonrasında ve 15 Temmuz darbe girişimine rağmen, liberal kalem erbabının bir bölümü Cemaat yörüngesinde dolanmayı sürdürmektedir.
AKP Sonrası Dönem ve Çıkış Yolu Arayışı
Netice itibarıyla, Türkiye liberalizmi altın çağını AKP’nin ilk on yılında yaşamış, AKP’nin rejim inşasının ideolojik hegemonyasının tesisinde büyük rol oynamıştır. İşin ilginç yanı liberal entelijansiyadan hiç kimse bu inşa sürecinde oynadığı role dair bir özeleştiride dahi bulunma ihtiyacı hissetmemekte ve AKP muhalifi muteber aydın rolünü oynamaya, AKP-sonrası Türkiye’ye yatırım yapmaya devam etmektedir.
AKP ve sonrası ülkemiz tam bir karanlığa gömülmüş duruma sürüklenmiş olarak aydınlığa çıkmak için mücadele etmek zorunda çünkü yüz yıl önce Kemalist devrimle kurulmuş olan bu cumhuriyette devlet adına hiçbir kurum ve kuruluş yerli yerinde değil. Ekonomik krizin hızla derinleştiği son beş yıldır Türk halkının hızla yoksullaştığı bir konjonktürde olduğu ülkemizde adeta 21. yüzyılda Türk halkı AKP ve zihniyeti yüzünden bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirildi. AKP’nin ve çürümüş çağdışı zihniyetin küçük Osmanlıcılık oyunlarıyla sırf saltanat sürebilmesi için bu cumhuriyette bilinçli olarak yarattığı ekonomik kaos gün geçtikçe daha da derinleşmekte ve halkın neredeyse nüfusunun yarısının sadaka toplumuna dönüşmesine neden oldu.
Türkiye’nin derhal, zaman kaybı yaşanmaksızın, bilinçli olarak yaratılmış kaostan çıkışı tıpkı AKP’nin iktidara gelişinin öncesindeki gibi liberal paradigma üzerinden tahayyül ediliyor oluşudur. Yani nasıl ki AKP iktidara “muhalif ama hegemonik” bir söylemin taşıyıcılığında gelmişse, şimdi de gidişinin ve yerine gelecek olanın söylemi bunun üzerine kurulmaktadır. Buna göre Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan çıkışı için “kurallı” serbest piyasa ekonomisine dönülmeli, ekonomi “bilimsel” bir şekilde yönetilmeli, liyakat esas alınmalı, Merkez Bankası tam anlamıyla bağımsız ve üst kurullar özerk olmalı, parlamenter sistem ve kuvvetler ayrılığı yeniden tesis edilmelidir.
Dolayısıyla AKP’yi iktidara getiren ve onu yıllarca omuzlarında taşıyan liberalizm bu sefer de onun gidişini hazırlamakta ve böylece AKP sonrası dönemde Devrimle kurulmuş olan cumhuriyetin bir an önce 21. yüzyıl çağında bilimle buluşarak 23 yılda kaybettiklerini tekrar kazanması için mücadele etmesi bir vatan borcudur. AKP’den ve AKP’yi oluşturan çağdışı çürümüş zihniyetten kurtuluş mücadelesinin tek çıkış noktalarından biri, yazının başında söylediğimiz “hileyi”, yani liberalizmin köksüz ve zayıf bir ideoloji olmayıp Türkiye siyasetine ve kalkınmasına damga vuran, dünyanın birçok ülkesinde rehber olarak kullandığı Kemalist ideolojide birleşilerek AKP’nin kararttığı Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milletinin aydınlığa çıkışı mümkündür. 24.06.2025
Ali Berham ŞAHBUDAK Cumhuriyetçi Aydınlanma Partisi Kurucu Genel Başkanı.