ALEVİLERDE Tekfircilik tehlikesi…
Lafın sonunu en başta söyleyelim:
Alevilikte “Tekfir” yoktur. Ancak, Aleviler içerisinde tekfirciliği yayan bir dil sokulmaya çalışılmaktadır ki, bu yazımızın konusu da budur.
* * *
“Tekfir” kavramı, günümüz İslâm tartışmalarının en önemli başlıklarından birisi haline geldi.
Tekfir, tek başına İslâm içine sokulan şiddetin ve parçalanmışlığın sebebi olarak gösterilemez. Ama, İslâm’ın değerlerinin ve kimliğinin bozulmasının, İslâm topluluklarının dejenere ve enstrümantelize edilmesinin, tarihsel arka planda, başlangıç noktası olduğunu da gözden kaçıramayız.
Niyet ve amelleri ne olursa olsun, tekfiri meşrulaştıran ve dayatan İslâm gruplarının coğrafyamızda emperyalist hegemonya savaşının piyonlarına dönüşmesi de, ayrıca tüm Müslümanlara ibretlik bir derstir.
TEKFİR NEDİR?
Tekfir, sözlük anlamıyla kafirliğe (küfre) nisbet eden, meyil eden, uyumlu davrananı ifşa edip yaymak amacıyla kullanılan bir kelimedir. Hemen başta belirtelim ki, Kur’an’da hiçbir yerde “tekfir” kelimesi geçmez.
Tekfir kelimesinin türediği kök söz ise ك ف ر (KFR) gizlemek, saklamak anlamına geliyor.
Birisini kâfir olarak tanımlamak tekfir kavramını karşılıyor.
Öte yandan, yine eklemek gerekir ki, Hâdid suresinin 20. Ayeti, bu sözün farklı bir kullanımını da gösteriyor.
Arapça’da tohumları toprağa sokuşturmak da saklamak, gizlemek anlamındadır ve kutsal kitapta da çiftçiden yine ك ف ر (KFR) olarak söz edilmiştir.
KİME KÂFİR DENİR?
Öte yandan, kimlerin “kâfir” olarak tanımlandığını da Kur’an apaçık bildirmiştir. Bu konuyla ilgili Kâfirûn suresinin Türkçe meali şöyledir: (1)De ki: “Ey inkârcılar! (2) Ben sizin tapmakta olduğunuz şeylere tapmam. (3) Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. (4) Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. (5) Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. (6) Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”
Fakat bu apaçık ifadeye rağmen, kimlerin kâfir olduğu konusu, İslâm’ın ilk yıllarından beri tartışma konusu olmuştur.
Öncelikle, Kâfirun suresinde, farklı tapınmaların (İslâm’ın tebliğini inkâr edenlerin) varlığının kabul edildiği ve buna rağmen, kendi imanı üzerine ısrar etmek fiili, ifadenin ve hükmün esâsı iken, özellikle de Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinin ardından, iktidarı ellerinde tutanların karşıt kesimleri sindirmek, yok etmek veya göçe zorlamak amacıyla verdikleri hükümlerin tekfir, yani karşıtları kâfirleştirmek çerçevesinde gerçekleşmiş olması dikkati çeker.
Bu noktada, klasik tekfircilerin eylemlerinin dayanağı, Ebu Hanife’nin bir sözüdür.
Ebu Hanife, “Fıkh’ul Ebsat” adlı eserinde şöyle demektedir:
“Ben kâfiri kâfir olarak bilmem diyen kişi aynı onun gibidir (yani kâfirdir).”
BİR İKTİDAR ARACI OLARAK TEKFİR
Halbuki, Kur’an imanın esasını sözle ifadeye bağlamamış; imanı gönülden, kalpten gelen bir eylem olarak tanımlamıştır.
El-Hucurât suresinin 14. Ayeti bu durumu açıklar: “Bedevîler, “İman ettik” dediler. De ki; “Siz henüz iman etmediniz. Fakat “biz, sadece boyun eğdik” deyin. Çünkü iman henüz tam olarak kalplerinize yerleşmemiştir. Eğer Allah’a ve Resûlu’na itaat ederseniz, Allah sizin amellerinizden hiçbir şeyi boşa çıkarmayacaktır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
İnsanın kalbinden geçenleri, yani imanı yalnızca Allah’ın bildiğine dair pek çok ayeti de birlikte düşünürsek, bir kimsenin kendi ikrârı dışında kâfir olarak suçlanamayacağı çok açık olarak ortaya çıkar.
Kaldı ki, Hz. Muhammed’in de hayatında kimseyi kafirleştirmek gibi bir davranışı olmadığını, tersine insanları doğru yola ikna etmeyi esas davranışı olarak benimsediğini de biliyoruz.
Hz. Muhammed’in hassasiyetine dikkati çeken Buharî’nin naklettiğine göre, (Müslim, Tirmizî ve İbn Mace’nin de onayladığı) Allah’ın Resûlu’ndan şöyle bir söz işitilmiştir:
“Mü'mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” Ne yazık ki, “kâfirleştirme” (tekfir etmek), önce “hariciler” olarak bilinen grubun yarattığı “fitne” iken, sonraki dönemde muktedirlerin eylem ve görüşlerini eleştiren herkesi yok etmek için kullandıkları bir “enstrüman” oldu.
GÖRDÜĞÜNÜ ÖRT, GÖRMEDİĞİNİ SÖYLEME!
Hucurât Suresi’nin 12. Ayetinde diyor ki, “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tabii ki bundan tiksinir! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.”
“Bir kul bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde, Allah da onun ayıbını örter.” (Hz. Muhammed)
Bırakalım tekfiri, dedikodu dahi İslâm’da yasak iken ve “ölmüş kardeşinin etini yemek” gibi bir olağanüstü kötü bir fiil ile eş tutulurken, Müslümanlar içerisine tekfiri sokanların ne büyük günah işlediklerini Allah bilir!
Öte yandan, Horasan Erenlerinin İslâm akidesine uygun olarak, iç karışıklığı, karşılıklı düşmanlaştırmayı kışkırtan tekfircilik yerine, birliği, dirliği, güçlenmeyi tavsiye ettiklerini de altını çizerek belirtmek gerekir.
Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî der ki;
“Yonama kişig sen uşak sözleme
Köni sözlegil söz barın kizleme.”
(Sen başkaları hakkında gammazlık etme; dedikodu yapma, doğru söz söyle, doğruyu gizleme.)
Hacı Bektaş Velî de şöyle diyor;
“Gördüğünü ört, görmediğini söyleme.
Kimsenin ayıbını görmeyen cana, aşk olsun!”
Nitekim, Alevilikte ikrar ritüelinin en önemli parçası olan törende, mürşidin yola girene verdiği öğütler, Hacı Bektaş Velî’nin sözü ile tam uyum içerisindedir:
“Yalan söyleme. Haram yeme. Gıybet etme, arkadan dedi-kodu yapma. Şehvetperest olma. Eline-diline-beline sahip ol. Kin ve kibir tutma. Kimseye haset etme. Garaz, buğuz, inat etme. Gördüğünü ört, görmediğini söyleme. Elinle koymadığını alma. Elinin ermediği yere el uzatma. Sözünün geçmediği yere söz söyleme. İbretle bak, hilm (yumuşaklık) ile söyle. Küçüğüne izzet, büyüğüne hürmet ve hizmet eyle. On İki İmam, On Dört Masum’u bir nur bil. Bunları hak olarak tanı. Her yerde ve kendi özünde Hakk’ı hazır bil. Erenlerin sırlarına eriş. Gerçek mürşit Muhammed Mustafa’yı, gerçek rehber Ali el-Murteza’yı bil. Özünü bu yolda böylece tut.” (Mehmet Yaman, Alevilik: İnanç-Edep-Erkan. 2001)
Bu kurallara uymamak, Alevilikte yoldan çıkmışlık olarak anlaşılır ve cezalandırılır.
Horasan Erenlerinin hikmetinin sırrı, insanların farklılıklarını görmeyişleri, insanların benzerliklerini büyütmeleri ve herkesi yaratılıştan ötürü, eşit görmelerinde atar.
Çatışmacı tekfirciliği değil, barışı yayan Horasan Erenlerine ellerinde “tahta Zülfikâr” olduğu halde ve savaşçı olmadıkları halde işte bu yüzden cihan fatihi denildi.
Son dönemde ise, Alevilerin içerisine tekfirci, yani birbirimizi düşmanlaştırıcı, ayrıştırıcı dil sokulmaya başlandığına tanık oluyoruz.
Birileri birilerini düşkün ilan ediyor; hain, yezit vd nidâları havada uçuşuyor! Aynen IŞİD, El-Kaide benzeri tekfircilerin Sünni inançlılar içerisinde yaptıkları gibi, birileri tarafından, hoşgörü, barış ve saygının timsali Alevilik bozguncuların saçtığı fitneye kurban edilmek isteniyor.
Halbuki, Alevilik varlık kodları nedeniyle, en çok şiddete, teröre, fitneye, bozgunculuğa uzaktır.
Bir olalım, iri olalım, diri olalım!
Eline, diline ve beline sahip ol!
Konuyu bağlarken, 19. yüzyılda, Osmanlı sarayında divan katipliği yaparken Seyyit Gazi Dergâhı’na bağlanan Gencî Abdal’ın Horasan’dan Anadolu’ya taşınan erenlerin de sözcüsü yerine geçecek bir şiirini hatırlatmak isterim:
Muhammed Ali'ye ikrâr verdinse
Gördüğün ört, görmediğin söyleme
Sıdk ile imanda karar kıldınsa
Gördüğün ört, görmediğin söyleme
Delilimiz oldu Hazret-i Kur'an
Böyle buyurmuştur ol Şah-ı Merdan
Var ise göğsünde zerrece iman
Gördüğün ört, görmediğin söyleme
Sakın yalancıyla eyleme sohbet
Yalancıya yuf var, Yezid’e lânet
Dilersen desinler canına rahmet
Gördüğün ört, görmediğin söyleme
Bu yol, Hakk Muhammed Ali yoludur
Kırkların binası ulu yoludur
Pîrim Hacı Bektaş Velî yoludur
Gördüğün ört, görmediğin söyleme
Gencî Abdal Hakk’a ermek istersen
Dost yoluna can baş vermek istersen
Hakk’ın cemalini görmek istersen
Gördüğün ört, görmediğin söyleme
* * *
Son söz yerine: Bektâşî, yolda karşılaştığı Mevlevî dervişe sorar: Sizin elbiseleriniz niçin bu kadar geniştir? Mevlevî dervişi şöyle der: Biz bununla kusurları, ayıpları örteriz. Bu sefer Mevlevî Bektâşîye sorar: Sizin elbiseleriniz niçin bu kadar dar? Bektâşi şöyle der: Biz kusur görmeyiz ki!
* * *
Kusur görmeyip, örten kalplere âşk olsun!