Özellikle son 30 yılda Aleviler arasında deyim yerindeyse galat-ı meşhur bir makama yerleşen en kritik kavramlardan birisi asimilasyon kavramıdır. Ne yazık ki, yanlış ve her duruma kullanılmaktan yıpranan bu kavramın düzeltmesini yapması gereken akademisyenler ya “çalıyı dolanma” tutumunu tercih ettiler, ya da kendi hedefleri ile de örtüştüğünü düşündüklerinden olsa gerek, tahrif edilmiş haliyle bu kavramı genel kitle ile birlikte istismar etmekten çekinmediler. Ben de, en azından bazı sorumluluk taşıması gereken kesimleri harekete geçirebilirim, “yaratılan toplumsal değer” üzerinden fütursuzca yapılan algı operasyonlarının azaltılmasına bir nebze katkım olabilir, ümidiyle bu yazıyı yazmaya karar verdim.
ASİMİLASYON NEDİR?
Asimilasyon esas olarak, herhangi bir “şey”in başka bir “şey”e uyum sağlayarak dönüşmesi anlamına gelir. Bilimsel literatürde karşılığı olarak kullanılan Türkçe kavram “özümleme”dir. Doğal olarak “asimilasyon” iki yönlüdür. Etken taraf “özümler”, edilgen taraf ise, “özümlenir”. Başka bir ifade ile, etken taraf edilgen tarafı kendi içine alırken, edilgen taraf da başka bir “şey”in içine girer. Burada “şey” ile ifade ettiğimiz bitkiler, hayvanlar, insanlar olabilir. Aynı şekilde, sosyalleşme sürecinde, toplulukların farklı başka topluluklar içerisine katılmasına da “asimilasyon” (özümleme) diyoruz.
ASİMİLASYON KÖTÜ MÜDÜR?
Esasen, asimilasyon “doğal bir proses olarak” hayvanlar ve bitkilerde gözlemlenerek, tespit edilmiştir. Aynı şekilde, sosyal toplulukların da “doğal bir proses olarak” birbirileri içerisine karıştıkları durumları gösteren oldukça çok sayıda örnek vardır. Dolayısıyla, “asimilasyon”un kendi başına olumsuz bir değer ifade etmesi mümkün değildir. Hatta, çocuk psikolojisi alanında çığır açan İsviçreli Frankofon bilimci Jean Piaget’ye göre, “bilişsel gelişim kuramı” çerçevesinde özümleme ve uyum bireylerde dengelenme arayışı içerisindeki zihinsel süreçlerin zenginleşmesine işaret eder! Ancak, eğer kimi sosyal topluluklar yasalar, şiddet veya başka araçlarla “asimilasyon”a zorlanıyorsa, işte bu durumda olumsuz bir değer algısı ortaya çıkacaktır. Örneğin, Almanya devletinin “misafir işçi” olarak ülkesine davet ettiği farklı kökene sahip toplulukları “entegrasyon”a zorlaması, bu yönde yasalar yapması ve bu yasalara uymayanlara çeşitli derecelerden yaptırım uygulaması tam anlamıyla politik, yasal ve sosyopsikolojik zor (şiddet) yöntemleri kullanılarak uygulamaya geçirilmek istenen “asimilasyon” girişimidir. 1970’lerden beri Alman iç siyasetinin en temel tartışma konularından birisi işgöçü ile ülkeye gelen “yabancı”lara ne yapılacağıdır. Sadece bu tartışmanın 50 yıldır sürmesinin dahi, “yabancı” işçilerin sosyal ve psikolojik dengelerini tahrip eden şiddetli bir mobbing olduğunu dikkate almak gerekir. Avrupa’da hiçbir ülkede Almanya düzeyinde, “uyum”a zorlayıcı devlet politikaları üretilmediğini de belirtelim. Bu bağlamda, ara not olarak buraya eklemeliyim ki; Türkiye’de “asimilasyon tehlikesi” konusunda sürekli “protest tepkiler” veren Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun Almanya’da “uyum yanlısı” tutum benimsemesi ve bunu gerçekleştirmeye dönük projelerde de gönüllü olarak yer alması, açıklanmaya muhtaç bir çelişkidir.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ALEVİLERE ASİMİLASYON UYGULADI MI?
Ama, biz öncelikle dikkatimizi kendi ülkemize çevirelim. Yukarıda bilimsel daire içerisinde açıkladığımız kavramın Türkiye’de yaşayan Alevilere dönük bir tehdit oluşturup oluşturmadığına bakalım. 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı kanun “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” başlığını taşıyordu ve doğrudan Alevi Bektaşileri hedef almıyordu. Hedef kitle, tüm Müslüman inançlılardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu, Osmanlı devletinin zaman zaman şiddet de kullandığı tarikatçılık ile mücadeleden aldığı dersle “kendi kanaatini”, tarikatları tamamen yasaklayarak çözmek yoluna başvurmak şeklinde oluşturmuştu! Süreç içerisinde ülke gerçekleriyle çelişen bir karar olduğu konusunda yaygın tartışma açılsa da, söz konusu kanun halen yürürlükte. Ancak, buna karşılık o dönemde faaliyetleri yasaklanan ve/veya sonradan ortaya çıkan çok sayıda tarikatların “yarı-legal” bir kimlik ile varlıklarını sürdürüyor olmaları da ülkemizin gerçeği. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu, tarikatları yasaklarken din hizmetlerinin verilmesini de devlet görevi olarak tanımladı. Osmanlı devletinde bakanlık düzeyinde yetkisi olan Şer’iye ve Evkaf Nazırlığı, 3 Mart 1924 tarihinde başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı olarak yeniden düzenlenmişti. Din işlerini çeşitli yasaklamalar ve kısıtlamalarla toptan yeniden düzenleme fikrinin istedikleri sonucu vermediğini daha hayattayken Mustafa Kemal Atatürk de anlamıştı. Bu nedenle, Alevi Bektaşilere inanç/ibadet hizmetlerinin verileceği başka bir teşkilat kurulması fikrini benimsemiş olduğunu ve bunun için de Alevi Bektaşi Halifebabası ve Denizli Milletvekili Hüseyin Mazlum Bababalım’ı görevlendirdiğini rahmetli Baki Öz’ün ortaya çıkardığını biliyoruz.
ATATÜRK’TEN SONRA ASİMİLASYON DEVLET POLİTİKASI OLDU MU?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün Hakk’a yürüyüşünün ardından farklı siyasi iktidarlar olsa da, hiçbir zaman devletin Alevilere yönelik resmi bir asimilasyon politikası olmadı. Kimi iktidarların özellikle Sünni seçmeni kendilerine çekmek için, mezhep zıtlaşmasını zaman zaman istismar ettikleri doğrudur. Ama, devlet politikası olarak, Alevilerin Sünnileştirilmesi gibi bir proje olduğu iddiası gerçeklerden uzaktır. Kimi münferit hadiseler dışında, bu iddia sahiplerinin Alevilerin sistematik olarak asimile edilmeleri yönünde bir devlet politikası olduğunu ortaya koyacakları tek bir belge dahi yoktur. Kaldı ki, asimilasyon yukarıda da belirttiğimiz gibi, iki yönlüdür. Asimile etmek isteyene, asimile edilmek istenen grup direnç gösterdiğinde ya, yukarıda verdiğim Almanya örneğindeki gibi, yasalar asimilasyonu zorlayacak hükümleri içerecek şekilde düzenlenir veya asimilasyonu gerçekleştirmek için şiddet dahil, çeşitli enstrümanlar devreye girecektir. Kabul etmek gerekir ki; 100 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde Alevileri Sünni olmaya zorlayacak herhangi bir yasa yapılmamıştır ve hatta gündeme dahi gelmemiştir. Dikkatinizi çekerim; Alevilerin sorunları olmadığından veya dini hizmet alamadıklarından veyahut kendilerini ifade etmelerine baskı uygulanmasından söz etmiyorum. Teknik olarak, devletin resmi bir asimilasyon politikası olmadığını belirtiyorum. Her zaman belirttiğim gibi, doğru teşhis doğru tedavinin ön şartıdır. Eğer, teşhisi yanlış koyarsanız, doğru tedavi yapamayacağınız kesin gibidir.
BU KONUYA DEVAM EDECEĞİZ...