Kendisini bulunmaz “Bursa kumaşı” zanneden ve “ben” olmasam bu işler yürümez diyenlerin sayısı toprağın altında mı daha çok, yoksa üstünde mi diye bir soru sorsalar ben şahsen üstünde derim.
Elbette ki tartışmaya açık bir konudur bu.
Esnafımızın, iş insanlarımızın, memurumuzun, işçimizin ve kısacası birliktelik arz eden topluluklarımızın temsil noktasında; adı her ne olur ise olsun bir derneğin, vakfın, şirketin veya kurumun yöneticiliğini yapan insanlarımız olmuştur.
Olmaktadır ve olma yönünde yaşanılanlarımız da mevcuttur.
Örneği o kadar çok ki; il bazında adım başı, ülke başında buradan fizana yol olur. Akdeniz’i de kulaç atmadan uçarak geçeriz.
Bu insanlarımız elbette ki oraya bahse konu edilen toplulukların oylarıyla seçim yoluyla geldikleri için çok rahat ve gönüllülük esasları çerçevesinde görevlerini ifa ederek, kanunlarda belirlenen şartlar dâhilinde yine seçim yoluyla değiştirilmeleri veya görevlerini başka bir seçilmişe devretmeleri gerekmektedir.
Demokrasi dediğimiz çark bu şekilde işlediği için ve yürürlükte olan kanunlarımız da bu işleyişe ışık tuttuğu ve kontrolünü yaptığı için bu tür insanlarımız çok uzun yıllar bulundukları koltuğu kendilerinin, keyiflerinin ve kâhyalarının dilediği biçimde sahiplenebilmektedirler.
Seçim zamanları yaklaştığı an birçoğumuz çok iyi bilmekteyiz ki en iyi seçim çalışması “aday olmayacağım” aldatmasıdır. Yeter artık yoruldum deyip, çevreye benden buraya kadar mesajı vererek başta rakiplerin rehavete kapılmalarını sağlamakta olan bu metot, hep tutmuştur.
Sonrasında seçime birkaç gün kala mensubu bulunduğu kuruma vedalaşma amacıyla verilen yemek taktiğinde, son konuşma adı altında akıtılan birkaç sahte gözyaşı ve duygulu konuşma esnasında daha önceden ayarlanmış olunan sadık dostların “seni bırakmayız, bir kez daha, bu son olsun” sözde tribün tezahürat dayatmalarıyla, çok ta nazlanmadan “sırf sizin için ama bu son” denilerek, yeniden son gece aday olmalar ve sonrasında yapılan seçimlerde tekrardan “güven tazeledi” başlığıyla belirli birilerinden satın alınan haberler eşliğinde yola devam esnasında hesapsız, kitapsız yaşanılan yıllar.
Seçim aşamaları, çalışmaları ve taktikleri asıl konumuz değil, sonra bir seçim yaklaşırken nasip olur ise yazarız ama hep merak etmişimdir; karşısına rakip çıkmayan veya bir şekilde çıkması engellenilen bu insanlar bu kadar uzun süre korudukları koltuklarının kazanımlarını sözde hizmet ettikleri vatandaşlara nasıl aktarmaktadırlar. Mesela vatandaşa katkıları ne olmuştur, memlekete katkıları ne olmuştur, bulundukları şehire ne katkıları olmuştur.
Koltuklarına katkıları ne olmuştur?
Öyle ya; 5 yıl veya 10 yıl veya 15 yıl veya 20 yıl, hatta ve hatta çeyrek asır bir koltuğu işgal edersen ve dahi 30 yıl, 35 yıl belki inanılmaz gelebilir ama yarım asır bir koltuğu işgal edersen ve bunu yaparken de demokrasiyi kalkan olarak kullanıp, dürüst bir seçim yalanının arkasına saklanırsan pek inandırıcı gelmeyebilir.
İşte asıl sorulması gereken soru yine bizi dürtmektedir.
Bir insan koltuğunu neden bırakmak istemez ki?
Yani şahsına ait bir koltuk olsa, sıkıntı yok “babasının malı” der çıkarız işin içinden ve bize ne mantığıyla dudak büker, yolumuza devam ederiz.
Sonuçta adam kendi malının üzerinde oturuyor değil mi?
Yakar, yıkar ve hatta dilediğine dildiği gibi dağıtır, kime ne?
Kimi alakadar eder?
Aslında olayın altında başka bir delik açıp oradan bakmak lazım gelir. Bir kişi başında bulunduğu kurumu, bilhassa koltuğunu neden terk etmek istemez. Bulunduğu ortamda kendisine rakip olarak neden kimseleri layık görmez. Rakip veya aday olmaya kalkanları neden kan davası usulüne göre düşman ilan eder ve eline geçen her fırsatta kötülemeye, belden aşağı vurmaya ve hatta iftira tevessülü bir faaliyet içerisine girer.
Hatta ve hatta darda kalınca da belki de canına kast edecek kadar ileri gider.
Kısa ve net birkaç tahmin cevabı geçiyor aklımızdan ya gerçekten çok faydalı işler yapmaktadır ve bulunduğu kurumun ve halkın menfaati için koltuğunu bırakamamaktadır, ya da bir sıkıntısı vardır.
Çünkü oturduğu koltuğun altı pislik içerisindedir de ondan.
Kalktığı an koku öyle bir hızla yayılmaya başlar ki, işte o zaman sen seyret gümbürtüyü.
Adam yürüyemiyor ama STK Başkanı. Sorsan, halkın büyük bir kesimi tanımaz ama o oturduğu koltukta geçen süre ne kadar olmuştur yine kendisi de bilmez.
Sıranın bir umut kendilerine gelmesini bekleyen gençlerimiz ise büyük bir sabır göstergesi içerisinde seçimi değil, Azrail’in gelmesini beklemektedirler.
Geldiğimiz noktada başta STK larımız olmak üzere medeni cesaret gösterip başkanlık sürelerini 2 + 2 yıl ile noktalamayı beceremediğimiz sürece, kendimizden başkasının fikrine saygı duymadığımız ve hatta dinlemediğimiz müddetçe, başkalarının plan-proje ve çalışmalarının ve hatta kelimelerinin altına kendi adımızı değil, gerçek sahibini yazmadığımız müddetçe bu memleket bir adım dahi ileri gidemez.
Bunu neden görmek istemiyoruz ki?
Siz olmadan bu ülke kalkınamaz mı? Bu insanlar, bu şehir veya bölge siz olmadan her hangi bir çalışmanın başarısını yaşayamaz mı?
“Ben”cil olmanın, kibir deryası içerisinde tavus kuşu gibi kasılmanın hiçbir mantığı yok. Yarın bir gün şaka ile bahsettiğimiz Azrail kapınızı gerçekten çaldığı zaman, koltuğunuzun altındaki pislikler size nasıl sıkıntı çıkaracak inanın aklınız şaşar.
Belki unutmuşsunuzdur kefenin cebi yok, mezara mal varlığınızı değil, sözlü beyanını alıyorlar.
Bir de kalkmış beş on sene padişahlık yapanların ardından “hesapsız kitapsız olarak ülkeyi yönetmişler” dedikodularını yapmışız, ya bu bizim içimizdeki padişahlara ne demeli peki?
Azrail ensemizde haberiniz olsun.
Kapıyı çalması an meselesi…
Ha bu arada Ahilik haftasınız kutlu olsun