Bir hafta ara verdim, sadece 1 hafta…
Gittim ve geldim, vay anam vay.
Haydi olsun on gün.
Bu on gün içerisinde benim memleketimde gazeteciler dövülmüş, rektör ataması yapılmış, festival adı altında Deli İbrahim misali havuzlara, pardon sahnelere lüzumlu/lüzumsuz faaliyetlere altınlar dökülüp saçılmış, güzide ve kadim şehrimin futbol takımının tahtası açılmış ve ilk sözleşmelerle birlikte efsane geri dönmüş, daha neler neler ve ben bunları yaşayamamışım.
Hayırdır gözüm?
Adım atmak için benim şehir dışına çıkışımı mı bekliyorsunuz?
Benim ne suçum günahım var?
Bir kere şu konuda antant kalalım; hangi şartlarda olur ise olsun bu memleket elbette ki hepimizin.
Sevgi ve sahiplenme durumunda kimselerin bir diğerinden daha fazla adım attığı söz konusu bile edilemez. Kaldı ki şu ana kadar edinmiş olduğumuz tecrübelerle yola çıktığımızda, namus edebiyatı yapanların namussuzların ta kendisi olduğunu hayat bize çok güzel bir şekilde öğretmişti…
Gelelim asıl meseleye; karalayacaklarımdan dolayı siz beni “seferi” sayın ve konuya geç girdiğimden dolayı da “günaydın, uyanda balığa gidelim” mantığıyla yaklaşmayın, olmaz mı?
Öncelikle modern ve çağdaş medeniyetlerde, bizim gibi yeni bir yüzyıla doğru koşar adım değil, uçar adım giden bir memlekette halen daha birileri kamunun arkasına saklanarak başka birilerine tuzak kurup, el kaldırma cesareti gösteriyor ise ve hatta bu durum ayyuka çıkıp bulaş sürecinde yaşadığımız yayılma gibi yayılıyor ise ve halen daha birileri soruşturma adı altında bir şeyleri soruşturuyor ise vah geldi benim garip halkımın başına demekten başka bir şey elimizden gelmez…
Bu işi uzatmanın hiçbir anlamı yok ki!
Benim gariban memleketimde yaşanan bu üzücü olay mevcut iktidarın son çeyrek asırda iddia ettiği, eylem olarak ortaya koyduğu ve hatta çabalayarak tüm dünyaya haykırarak anlatmaya çalıştığı adımların hepsini çürütmüş durumda.
Nasıl mı?
Hani hemen her ortamda biz halkımızın hizmetkârı olmaya geldik, derken; neyi anlatmaya çalışıyordunuz?
Açalım biraz ve devamına bakalım.
Bu hizmetkarlığı nasıl yapacaksınız? Kamuda sizi temsil edenlerin vatandaşa yaklaşma şekli bu mu olacak? Bundan sonra kamuya giderken evimizle helalleşelim mi diye bakmak lazım.
Ne yapacaksınız, merakla bekliyoruz!
Rektörlük makamına kimin oturacağı konusu tartışılmaya başlanıldığı ilk andan itibaren yorum yapanların içerisinde elbette ki bende vardım.
Var olmaya da devam edeceğim.
Hem de iki defa daha fazla.
Mesela kabul etseniz de etmeseniz de ben de bu şehrin çocuğuyum ve bu şehirde yaşıyorum, hani bazı konularda yorum yapma hakkımız doğuyor diye dedim.
Dikkat ettim de birileri toprağı çamur yapma görevine çoktan soyunmuş bile. Aman efendim her iki üniversitenin rektörü de bilmem nereliymiş de, ithal imiş de, ısmarlama gelmiş miş de, atama yoluyla gelmiş miş de...
Ula uşağum bir durum hele!
Nefes alın ve soluklanın. Anladık işinizi yapıyorsunuz ama bu kapıdan size ekmek çıkmaz, haber vereyim dedim.
O bahsettiğiniz gazoz ağacıdır ama buralarda yetişmiyor. Buralarda yetişen kavak ağacıdır, kargadır, kara kıştır, yokluğun ta kendisidir… O yüzden bol bol suladığınız bu toprak artık çamur tutmaz, daha öğrenemediniz mi?
Ve bu bahsettiğimiz olumsuzlukları güzelleştirenler var ise de birisi de şu anda o rektörlük koltuğunda oturan hocamızdır.
Daha düne kadar varlığından haberiniz yok iken; yaptığı çalışmalarla göğsümüzü kabarttığında Atatürk Üniversitemizin güzide bir parçası iken, attığı adımlarla ülkemizin ve bu kadim şehrin adını ve üniversitesinin adını duyururken sahiplendiğimiz, başarılı hocamız iken… Şimdi birilerinizin amacına ters geldiği için ithal ve ısmarlama oldu öyle mi?
Adamın üstüne gülerler.
Bu bahsettiğiniz ve sırf göreviniz icabı algı oluşturmaya çalıştığınız kişi birçoğumuzdan daha Erzurum’ludur.
Çoğunuzdan daha çok yemiştir bu şehrin ayazını.
Kara kışının derdini çekmiştir.
Palandöken’in yalnızlığında olduğuna bakmayın siz onun, bu şehir ve insanı için sadece hayallerini anlatmaya kalksa birilerinizin ima etmeye çalıştığı Ayder’e yol olur…
Bence siz o topa hiç girmeyin ve bırakın adam işini yapsın.
Festival demiştik, başka da bir şey demiyoruz zaten. Halkımız da belli ki bu işe sarmış vaziyette. Meğer ne kadar da meraklıymışız göbek atmaya. Yeter ki bir yerlerden kaşık sesi duyalım değil mi?
O zaman kimseler kalkıp ta iktidarı bir şeyler ile eleştirmeye heveslenmesin. Yok efendim zamlar yığınla üzerimize geliyor da, yok efendim alım gücümüz kaybolmuş ta. Gidin bakın orada sucuk ekmek satıyorlar ve sorun bakalım kaç para? Bir adet su veya bir bardak çay kaç para bir sorun bakalım?
Bir sorun bakalım kurulan bu sahneler, sahnelere çıkarılanlar ve dağa taşa astığınız bu kadar bayrak, malzeme vs kaç para? Düzenlenen bu kadar etkinlik sadece bu şehirde böyle ise diğer 15 şehirde nasıldır kim bilir?
Adı da kültür yolu festivali.
Peh peh Çiziroğlu Mustafa beg, bir hışımlan geldi geçti peh peh peh…
Emekli canının derdine düşmüş peh peh peh, kimin umurunda ağan kim, paşan kim? Demek geliyor içimizden ama yapacak bir şey yok ki!
Yorum yaptığımızda da; birileri, bu iş Kültür ve Turizm Bakanlığının kendi bütçesinden deyip aklı sıra işin içinden çıkıyorlar.
Hem biz bilmiyor muyuz Kültür Bakanlığımızın bütçesinin “aklını seveyim galaksisinde bulunan, var yemez amcanın yıldızının, işine gelür ise çiftliğinin bütçesinden” geldiğini; o kadar cahil miyiz?
Bir de kalkmışız tarihte havuzda bulunan balıklara yem yerine para atıyor diye İbrahim’i delilikle itham etmişiz. Günümüzdekilerin önüne bir de “zır” eklemek lazım gelmez mi?
Gazze orada bombalar altında ölüm ve yokluğun imtihanını yaşarken, tarihe mal olacak bir şekilde katliamların şerbetini yudumlarken, hem de dünyanın ve milyarlarca sözde Müslümanın gözü önünde bunlar olurken, biz burada adını bile telaffuz edemediğimiz “Dudublüman” grubuyla uçacağız.
Maşallah demekten başka ne kaldı ki geriye?
Bir dahaki sefere inanın ne içtiğinizi de soracağım. Hatta öyle yapın ki bu şenliklere gelen halkımıza da dağıtın hep beraber içelim. Kafamız sizin ki gibi iyi olsun, belki aybaşında verdiğiniz bu maaşlarla çare bulamadığınız veya bulmak istemediğiniz kirayı ve hayat pahalılığına derman arama derdine düşmeyiz. Anlık ta olsa havuza atılan paraların şıkırtısı içerinde “Dudublüman”ı dinleyerek debeleniriz.
Şıkıdım, şıkıdım,
Fena olmaz mı?
Bir de İbrahim’e deli demişler; gelin siz bir de buradakileri görün, bakalım ne diyeceksiniz?
Lafı uzatmadan kafayı yemeden gelelim çivisi çıkmış tahtamıza.
Kuzum sizin derdiniz ne onu anlayamadık bir türlü.
Tahta kapalı, neden kapalı?
Tahta açılacak, nasıl açacaksınız?
Tahta açıldı, nasıl açtınız?
Niye açtınız?
Ola bir ara verin.
Hatta arada nefes almayı deneyin olmaz mı? O tahtanın neden ve ne için kapandığını, açılması için hangi aşamalardan geçildiğini ve nasıl açıldığını (çok iyi biliyoruz ki) siz bizden daha iyi biliyorsunuz!
Derdinizin ne olduğunu ve nereden kaynaklandığını da biz biliyoruz da; sizinle uğraşacak ne vaktimiz var ne de keyfimiz. Biz şimdi Dudublüman’ı dinlemeye kafa yapmaya gideceğiz, buyurun siz de gelin, belki sizin de tahtanızdan bir iki çivi çıkarırız da kafanız ey olur. Hem zaten bu işler öyle sizin işinize geldiği gibi de olmuyor beyler…
Şiişşt sakin olalım.
Değil mi ki bele ey…
Uzm.Hakan Dikmen