Türkiye, tarihinin en derin krizlerinden birini yaşıyor. Bir yanda demografik bir kuşatma, diğer yanda bu işgali dile getirenlerin susturulduğu bir baskı rejimi var. İktidar, çok uluslu, çok kültürlü ama ironik biçimde tek din ve tek mezheple şekillendirilmiş bir vatandaş profili inşa etmeye çalışıyor. Bu, Anadolu’nun bin yıllık dokusunu hedef alan, sessiz ama ölümcül bir müdahale.
Prof. Dr. Ümit Özdağ, bu acı gerçeği dile getirdiği için “kin ve nefret” suçu isnadıyla tutuklandı. Evet, yanlış duymadınız. Halkı uyandırmaya çalışan bir akademisyen, gerçekleri konuştuğu için susturuluyor. Çünkü iktidar, kendi suçlarını gizlemenin en kolay yolunun, bu suçları dile getirenleri yargılamak olduğunun farkında.
Ülkenin kaynakları, Türk milletinden çok, göçmenler, kaçak göçmenler, mülteciler ve sığınmacılar için seferber ediliyor. Vatandaş, pazarda üç kuruşun hesabını yaparken, birileri sınırlarımızdan elini kolunu sallayarak geçip devletten aldığı destekle keyfini sürüyor. Soruyorum: Bu adalet mi? Bu, milletin çıkarını gözetmek midir?
İktidarın yanlışlarını, hatalarını ya da daha doğru bir ifadeyle açıkça işlediği suçları dile getiren herkes ya bir dava, ya bir soruşturma, ya da bir tutuklamayla karşı karşıya kalıyor. Ülke, artık fikir özgürlüğünün mezarına dönüşmüş durumda. Demokrasi, sadece sandığa sıkıştırılmış bir aldatmacadan ibaret hale geldi.
Gidişat iyi değil. Daha kötüsü, bu düzeni değiştirecek iradenin, henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamış olması. Çünkü bir korku duvarı inşa edildi ve bu duvarın arkasında gerçekler boğuluyor. Ancak unutulmamalıdır ki bu millet, tarih boyunca defalarca o duvarları yıktı. Şimdi de yıkacaktır.
Bu topraklar, yabancı planların ve iktidar hırslarının oyuncağı olacak kadar değersiz değil. Türk milleti, bu ihaneti er ya da geç fark edecek ve gerekeni yapacaktır. Gerçeklerin üzeri örtülebilir ama yok edilemez. Ve gün gelir, o örtüler kalkar, hakikat tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar.
Korkunun değil, cesaretin zamanı şimdi.