Bugün bir hikaye yazasım geldi, ama tabii ki yine İRONİK:)
DEPODAKİ MASA
Bir masa vardı.
Herkesin bildiği ama kimsenin tam, ya da rahat oturamadığı...
Belki yuvarlak değildi de ondan.
Çünkü kimse kimseye eşit bakamıyordu olduğu yerden!
Yuvarlaklığı bırakın çok sivri köşeleri vardı hattâ!
Her oturanın illaki bir yerini acıtan..
O masaya önce “barış” adı verildi..
Sonra “çözüm” ya da “açılım” dendi..
Ve sürekli ismi değişen o masaya ilk sandalye çekildiğinde, takvimler 2009’u gösteriyordu.
Devlet, “Açılıyoruz” dedi birden!
Sanki yıllardır kapalı bir dükkanmış gibi…
Kürt meselesine dair yıllarca biriktirilmiş öfke, acı, yas ve umut bir anda “paket” haline getirildi.
“Demokratik Açılım Paketi”
Sanki bir e-ticaret sitesinden sipariş verilmiş gibi, paketlenmiş, gönderilmiş, ama alıcısı belirsiz umut veren bir paket..
Sonra Habur Sınır Kapısı'nda kameralara gülümseyen yüzler gördük.
Umutlandık, sevindik bile…
Ama o da ne!?
Çok değil bir gün sonra o yüzler, yine aynı ekranlarda “ihanetin fotoğrafı” olarak sunuldu.
Medya bir sabah barış güvercinlerini gökyüzüne salıyor...
Ertesi sabah av tüfeğini kuşanıp, güvercinlerin peşine düşüyordu!
Gazetelerin başlığı bir gün “Tarihi an!”, ertesi gün “Vatan elden gidiyor!” oluveriyordu...
Yani aslında yaptıkları haber değil de sanki duygu denemesi, duygu satışıydı..
Etki, etkiye gelen tepki, tepkiyle dönüşen yeni etki gibi!
4 yıl geçti böyle..
Sonra 2013 geliverdi..
"Terörist Başı" lakaplı Öcalan’ın mektupları Nevruz alanlarında okundu.. Kalabalıklar alkışladı!
Hemen yeni bir söylemde gelişti tabii ki: "ÇÖZÜM SÜRECİ"
Devlet yetkilileri de birden “bu mektubu dikkate almak lazım” dedi!
Mektubu bekleyenler ayrı..
Alıcıları ayrı ayrı, ama çoktu..
Bir taraftan, alıcıların çoğusunun bu mektubu alıp almamakta tereddütü de çoktu..
Çünkü "Çözüm Süreci" adı altında planlanan şey sanki bir evliliğe benziyordu...
Öyle diyenlerde olmuştu!
Benzetenlet haklılardı..
Çok yönlüydü bu konu...
Evlenirken sadece iki kişinin değil, iki aile hattâ iki sülâleninde asgari müşterekte birleşmesi gerektiği gibi..
Taraflar resmen “deneyelim bakalım” diyordu..
Ama güven yoktu!
Çünkü geçmiş kavgalar, tutulmamış sözler unutulmamıştı..
Aslında her iki tarafda bir yandan “bu iş olmaz” diyordu, ama yine de masada kalmaya devam etti.
Bu arada masa başı aktörlerin bu tutumları, git-gelleri sırasında ise kan akmaya devam ediyor; evlatsız kalan ailelerin, öksüz-yetim kalan çocukların sayısı bir numaratörde değişircesine sürekli artı yönünde yükseliyordu!
Sonra 2015’te sandıklar kuruldu ve dengeler tekrar, yine, yeniden değişti!
O masa tekrar boşaldı, ama yine devrilmedi!
Sessizce geri çekildi ve sonra lazım olur diyerek konulan bir eşya misâli bir depoya kaldırıldı..
Sandalyeler de...
Onların yerine bu kez hendekler kazıldı resmen...
Şehirler tekrar savaş alanına döndü!
Tabii ki işler tekrar aynı hale gelince “silahları bırakın” çağrısı yapılmaya da başlandı..
El mahkum..
Durmalıydı bu olanlar!
TEKRAR(!) olmaya başladığı için, TEKRAR(!) "Barış Çağrısı" yapanlar bu kez; ya hain ilan edildi, ya da yalnızlığa gömüldü.
O günden sonra devlet, masayı depodan TEKRAR çıkardı, eski yerine koydu..
Fakat bu kez sandalye değil, zırhlı araç çekti masaya!
Süreci önceki hali ile destekleyen siyasetçiler ise; ya istifa etti, ya yön değiştirdi, ya da hedef tahtasına kondu.
KİM KİMDİ, NE DİYORDU, NEYİ NEDEN YAPIYORDU filan anlamaya çalışırken bizler……
Medya da yine, yeniden saf değiştirdi!
Eski haber arşivleri sessizce silindi!
Ekranlar bir anda resmen oksijenli suyla temizlercesine sterilize edildi.
Bunlar dünden önce olanlar gibi hafızamızda…
Ya dün yaşanmış kadar yakın geçmişte olanlar?
O masa etrafına sandalye yerine zırhlı araçlar çeken devlet, bu kez tutum değiştirmedi...
Dik durdu, net oldu!
Ama bu kez bir başka Devlet(!) girdi araya!
O masaya hep davet edilen, onun adına belki gelir ümidi ile bir sandalye boş bırakılan; ama o masaya oturmayı bırakın, oturanlara, oturmaya niyet edenlere dahî ateş püsküren bir Devlet!
Masaya hiç oturmadı, ama hep o masayla ilgili konuştu.
Çünkü o, ulu dağlarların yamaçlarında; gür sesiyle dağları inleten, "Vatan bölünmez, hain affedilmez!" diye haykıran, Bozkurt lakaplı bir Devlet’ti!
Gözleri şahin gibi, dili ise kılıçtan keskindi!
Her toplantıda, her meydanda, Apo’ya ve yoldaşlarına öyle bir kükrerdi ki; dağlar taşlar bile korkudan "Apo’nun ipini biz çekeriz! derdi resmen!
Günlerden bir gün, rüzgar ters esmeye başladı...
Uzak diyarlardan gelen bir haberle sarayda kurulan yeni bir sofraya davet edilmişti Bozkurt.
Önce gitmek istememiş. "Biz onlarla aynı sofraya oturmayız!" demişti..
Ama davet edildiği sofrada ballar, kaymaklar, türlü türlü nimetler varmış diye de duymuştu...
İnsan neticede!
Gönlü kaymış biraz, ama belli etmemek adına "Bekâ" için demiş ve oturuvermiş o sofraya..
Sonra yediklerinin etkisiyle mi bilinmez, o sert esen, kükreyen mod yerini daha ılımlı bir tavıra bırakıvermiş kişiliğinde...
Sonra bir sabah kendi kendine şöyle demiş:
"Ya biz bu Apo’yu yanlış anlamış olabilir miyiz?"
Birdenbire “Apo bir figürdür, esas mesele terörün bitmesidir” diye düşünmeye başlamış.
"Dün hain dediğime bugün "stratejik araç" derim, biter gider.."
"Nasılsa ben ne dersem doğrudur, vardır bir bildiğim, arkamdaki kitle kendinden şüphe eder benden etmez" demiş, yine kendince!
Hatta önceki düşüncelerini kastederek şu sözleri dahî söylemiş:
"PKK lağvedilsin, ama bu iş öyle eski kafayla olmaz. Yeni bir çözüm gerek!"
"Eski kafa" dediğide kendi savunduklarıymış bir zamanlar aslında!
Arkasındaki halk şaşkına dönmüş!
"NASIL YANİİİ!!?? Hain demiyormuyduk biz bunlara?" demiş biri.
Bir diğeri cevaplamış:
“Evet ama artık 'milli birlik' zamanı kardeşim! Ayrıca neye göre kime göre, ÇOĞU TANIM GÜNCELLENDİ(!), haberin yok mu?"
Soran sorduğuna pişman susuvermiş!
Ve bugün...
Anlamayanlar anlayanların(!) anlatımlarıyla anlamaya çalışmış..
O masa her kurulup kaldırıldığında neler olmuş filan...
Anlamasalarda sonuca odaklanmışlar..
Neyse ki sonuç olarak bitmiş!
Bu zamana kadar onlarca kez tekrarlanan, sert U dönüşlerinin ceremesini çeken olmalarına rağmen yine şükretmişler!
"Amaaan canım, neyse ne..
Kim neyi niye yaptı, neden yapmadı, niye şimdi vs...
Sonuca bakalım..
Gidenler gitti..
Yanan yürekler mi?
Geçeerr...
Ne geçmedi ki?"
Demişler ve hayatlarına oldukları yerde, yani ne olup bittiğini anlamaya gerek duyulmayan o yerde devam etmişler..
Gökten ise bir sepet elma düşmüş..
Leziz elmalarla dopdolu bir sepet..
İçindeki sağlam, kıpkırmızı olanlar bu "SÜRECİ" yürütenlere(!) tabii ki!
Zafer onların..
Kalan üç-beş çerik-çürük, kurtlu elmalar mı?
Onlarda bu "SÜREÇTE!" canı yananlara!
İroni de, hikayede bitti...
Şimdi reele dönelim mi?
PKK'nın 15 Ağustos 1984 yılında ilk saldırısından itibaren bugüne kadar yaklaşık 45 bin kişi hayatını kaybetmiş!
8-10 bini asker, polis, korucu olarak şehit olanlar!
30 bin küsür PKK mensubu!
5-6 bin civarı da sivil vatandaş! (Bu sivillerin çoğusu ise eylem bölgeleri itibari ile kürt kökenli!)
41 yıl!
Şimdi anlayan varsa anlatsın..
Kim ne için savaştı?
Kim neyi kazandı?
Madem bu kadar kolaydı, neden bu kadar can gitti?
Neyse...
Bu ironik hikayeyi, benim gibi neyin, ne veya nasıl olduğunu anlamayanlar için yazdım.
Düşünelim niyeti ile elbette..
Fazla da düşünmeyelim mi yoksa?
Çünkü biz bir sürü cümle kurarak yazarken devlete dair, bize dair..
Devlet noktayı koydu; sessiz, ama büyük ve soğuk!
O zaman noktalayalım biz de:)
Sürekli “depoya kaldır, tekrar kur” masaya ne olacak peki?
Artık gerek kalmadı.. Atabiliriz!
(İNŞALLAH!)
Sürç-i Lisan ettiysek affola...
VESSELÂM...