Ekonomik krizlerin, salt ekonomik veri ve rakamlarla değerlendirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Ancak bu krizlerin çok daha derin, çok daha yaralayıcı bir yönü var: toplumsal dokuyu zedelemesi, bireyleri birbirinden koparıp toplumun kendisiyle savaşmasına sebep olması. Türkiye de şu anda bu sürecin sancılarını yaşıyor ve kimse göz ardı edilmemesi gereken bir kırılmanın eşiğinde olduğumuzun farkında değil gibi görünüyor.
Ekonomik zorluklar, insanları daha içe kapanık, daha öfkeli ve daha kırılgan hale getiriyor. Bu durum, aile içindeki şiddetten komşuluk ilişkilerine, toplumsal dayanışma eksikliğinden işyerlerindeki huzursuzluğa kadar her alana sirayet ediyor. Eskiden yardımlaşma ve dayanışma duygusuyla var olan komşuluk kültürü, yerini bir güvensizlik duvarına bırakmış durumda. Artık insanlar, geçmişteki sıcak ilişkilerin aksine, birbirinden kopuk ve hatta birbirine karşı kuşkucu bir duruma geldi. İşte ekonomik krizlerin toplum üzerindeki en yıkıcı etkisi bu: insanları yalnızlaştırması ve toplumdaki dayanışma ruhunu öldürmesi.
Bu yalnızlaşma aynı zamanda büyük bir öfke birikimine de yol açıyor. İnsanlar artık gelecekten ümidini kesmiş, bir türlü çıkış bulamayan bireyler olarak her gün içlerinde biraz daha kayboluyor. Bu kaybolmuşluk hissi, bireyleri radikal ve tehlikeli düşüncelere yönlendirebiliyor; politikadan uzak duranlar bile bir gün sisteme olan öfkeleri yüzünden radikalleşebiliyor. Çünkü insanca yaşam hakkını gasp eden bir sistemde öfkenin kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. Krizler, sadece maddi değil, aynı zamanda manevi bir yıkım da getiriyor ve ne yazık ki, bu durum toplumsal fay hatlarını tetikliyor.
Sürekli bir belirsizlik ve çaresizlik içinde yaşamak, insanları kısa vadeli düşünmeye zorluyor. Geleceğe dair umut olmadan yaşam mücadelesi veren bireyler, sadece günü kurtarmakla yetiniyorlar. Bu kısa vadeli düşünme alışkanlığı ise toplumda uzun vadede daha da derin yaralar açıyor. Çocuklarına bakamayan ebeveynler, kendilerini güvensiz hisseden gençler, sosyal medyada gördükleriyle hayatını kıyaslayan bireyler, bu psikolojik yükle ayakta kalmaya çalışıyor. Toplumun bu kırılgan yapısı, en ufak bir sarsıntıda çözülmeye hazır bir hal alıyor.
Devletin ve toplumun bu süreçte nasıl bir yol izleyeceği ise oldukça kritik. Sosyal devlet anlayışının, sadece söylemde değil, sahada da kendini göstermesi gereken bir dönemdeyiz. Toplumdaki öfke ve kırılganlık göz ardı edilirse, bugünün basit ekonomik sorunları yarının büyük toplumsal kaosuna dönüşebilir. Üstelik bu kaos, yalnızca bireylerin hayatlarını değil, ülkenin geleceğini de tehdit edecektir.