Gazetecilik eğitimi, sorunları ve akademi-sektör ilişkilerinin durumu
Dünyada çağdaş anlamda gazetecilik eğitimi, 1908 yılında ABD’de Missouri Üniversitesi’nde kurulan gazetecilik okulunda başladı; zaman içerisinde endüstrinin gelişmesine paralel olarak okulların sayısı arttı.
Türkiye’de bir gazetecilik okulunun kurulmasından ilk defa 1930 yılında bahsedildi. Tek parti yönetimi gazetecilerin de en az öğretmenler kadar eğitim görmesi gerektiğine inanıyor, sorumlu yazı işleri müdürleri için lise ya da yüksekokul bitirme zorunluluğunu bu bağlamda 1931 basın yasasına ekliyordu. Bunun üzerine İstanbul Darülfünununda bir gazetecilik okulu açmak için çalışmalara başlandı. Ancak yasanın ilgili hükmü, gazetecilerin girişimleriyle değiştirilince yüksekokul çalışmaları durdu. 1933 yılında TBMM’de, 1935 yılında Ankara’da toplanan Birinci Basın Kongresinde gazetecilik eğitimi ile ilgili teklifler, konuşmalar, tartışmalar oldu. Kongreden sonra 27 Haziran 1938’de 3511 sayılı Basın Birliği Yasası çıkarıldı. Yasanın 5. maddesinde “gazetecilik okulları veya meslek kursları açmak” da Basın Birliği’nin kurulmasındaki amaçlar arasında belirtildi.
Türkiye’de ilk gazetecilik okulu 1948’de Müderris Fehmi Yahya tarafından İstanbul Özel Gazetecilik Okulu adıyla açıldı. Basın dünyasına ve iş hayatına hazırlıklı eleman yetiştirmek amacıyla kurulan okul, biri ortaokul üzerine 3 yıllık, diğeri ise lise üzerine bir yıllık eğitim veren iki devreden oluşuyordu. Bu okul Marmara Üniversitesi’ne bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu’nun temeli sayılır.
1949 yılında, İstanbul Üniversitesi Senatosu İktisat Fakültesi’nde bir gazetecilik enstitüsü kurulmasına karar verdi. 1950-51 öğretim yılında Gazetecilik Enstitüsü’ne iki yıllık eğitim için öğrenci alındı. Enstitüye hem lise mezunları hem de Enstitü Yönetmeliğinin geçici maddesi gereği olarak iki yıl fiilen gazetecilik yapmış olan kişiler, öğrenim durumlarına bakılmaksızın öğrenci olarak kabul edildi. Öğrenci Derneğinin 1960’da eğitimin üç yıla çıkarılması için istekte bulunması üzerine eğitim süresi önce üç yıla, daha sonraları da dört yıla çıkarıldı. Enstitünün adı da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’na dönüştürüldü.
1960 sonrası Ankara Gazeteciler Cemiyeti, lisans düzeyinde yeni bir yüksekokulun kurulmasını gündeme getirdi. İstek, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne iletildi. Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1962’de “Haberleşme Enstitüsü”nün kurulmasını ilke olarak kabul etti. 1964’te de Ankara Üniversitesi Senatosunun kararıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu kuruldu. 1965 yılında eğitim vermeye başlayan okula, üniversite giriş sınavıyla lise mezunları yanında yine yapılan sınavı kazanmış 5 yıl meslekte çalışmış lise mezunları arasından öğrenci alındı. Okul, başlangıçta Basın, Halkla İlişkiler, Radyo-Televizyon olmak üzere üç bölümden oluşuyordu. 1968’de yapılan bir değişiklikle Basın ve Halkla İlişkiler bölümleri birleştirildi. Bu durum 1988 yılında Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümlerinin birbirinden ayrılmasına kadar sürdü. 1991’de de Basın Yayın Yüksekokulları İletişim Fakültelerine dönüşerek tüm Türkiye’ye yayıldı.
Fakültelerin çoğalması ne işe yaradı?
Fakültelerini çoğalması ve yayılması iyi mi oldu, kötü mü?
Prof. Dr. Ahmet Yalçın Kaya’ya göre, fakültelerin çok ya da az olmasından çok öğrencinin istekli olması daha önemli: “Fakülteler ne kadar yetkin olursa olsun, ne kadar iyi teknik olanaklara sahip olursa olsun, hocalar ne kadar iyi olursa olsun öğrenci istemedikten sonra yapacak bir şey yok. Bazı şeylerin eğitimini verebilmeniz için de öğrencinin belli bir seviyede, belli bir eğitim kültür seviyesine, belli bir başarı seviyesinde olması gerekir.”
Prof. Dr. Erkan Yüksel ise gazetecilik eğitiminin Türkiye’nin ve eğitimin sorunlarından farklı bir yönünün bulunmadığını söylüyor.
Doç. Dr. Onur Bekiroğlu, gazetecilik eğitimindeki en temel sorunlardan birinin teorik ve pratik arasındaki dengenin kurulamaması olduğunu düşünüyor.
‘İletişim Fakültelerinden sektöre hazır eleman gelmiyor’ yakınması… Haksız bir yakınma değil. Fakültelerde eğitim için iyi niyetli, gayretli, çalışkan, becerikli öğretim elemanları var artık. Ancak sorun da ortada: Birçok fakültede, haber yazmayı bilen, beceren, yazarak/yaparak öğreten öğretim elemanı sıkıntısı yaşanıyor. Fakültelerin öğrenci gazetelerinde bunu görmek mümkün. Burada biraz sonra sektöre yönelecek eleştirilerden önce kendimize çuvaldızı batırmam gerekiyor.
Yine özellikle teknik/pratik derslerde kendini yenileyemeyen hocaların, çok hızla gelişip dönüşen iletişim teknolojilerine uyum sağlayamayan, bunu çok önemsemeyen hocaların varlığı da eğitimin arzulanan noktaya gelmesine engel oluyor.
Ama… Ama bunun eksikliğini hisseden ve karşısındaki hocaya hissettiren bir öğrenci… Bundan mahrum olmak öğretim elemanlarının motivasyonunu çok etkiliyor. Keşke öğretim elemanları bir derste olsun ‘Bunun yanıtını bilmiyorum, öğrenip bir dahaki derste cevaplayayım!’ karşılığını vereceği bir soruyla karşılaşsa… Yok!
Ama her şeye rağmen Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesinde her dönem sektörde çok rahatlıkla çalışabilecek 10-15 öğrenci mezun ediyoruz; bir o kadarının da biraz daha destekle iyi iş çıkaracağını düşünüyoruz.
Türkiye’nin en iyi İletişim Fakültelerinden biri iyi olduğumuzu söyleriz hep; mükemmel değilse de çok iyi… 1997’de kurulan, 1999’da eğitime başlayan Fakültemizde gazetecilik eğitimi de 2003’te başladı. O dönemdeki öğretim kadrosu sayıca yeterli olmadığı için sektörden ve diğer fakültelerden destekle başladı eğitim. Ama zamanla kadro genişledi; neredeyse tamamı İstanbul, Ankara ve İzmir’deki İletişim Fakültelerinde lisans ve lisansüstü eğitimini tamamlamış öğretim elemanlarının kadroya dâhil olmasıyla hem teorik hem pratik eğitimde ilerleme kaydedildi.
Erzurum’da gazetecilik eğitimi
Bugün itibariyle hem teorik hem pratik derslerde öğrencinin ihtiyacı olan neredeyse bütün bilgi ve donanımlar kazandırılıyor. “Öğrenmek istediği bir şeyi öğrenemeyen öğrenci, sorumluluğu kendinde aramalı!” diyecek kadar iddialıyız. Yukarıda İletişim Fakültelerinin düşük puanlı öğrencilerce tercih edildiği, yetersiz, isteksiz ve amaçsız öğrenciye gazetecilik eğitimi vermenin zor olduğu ifade edildi. Fazladan bir de bunu Erzurum gibi bir “taşra” kentinde yapmak işimizi bir hayli zorlaştırıyor ayrıca…
Ama bütün bunlara rağmen biz işimizi iyi yapma çabasından hiç vaz geçmedik. Ders içerikleri, yeni/güncel başlıklara göre ders ihdası, pratik imkânlarının artırılması, Fakülte içinde ve dışında gazetecilik ortamlarının oluşturulması gibi çabalarımız her zaman oldu/oluyor… Müfredat ortalama her dört yılda bir yenilendi şimdiye kadar. Bunun yanı sıra hem eski öğrenci-yeni çalışan, hem de sektördeki arkadaşlarla görüşüp yeni durumları takip etmeye, dersleri, içerikleri ona göre belirlemeye de özen gösteriyoruz.
Medya ile ilişkilerimizi de geliştirmeye, onlara faydalı olmaya ve onlardan faydalanmaya da çalışıyoruz bir taraftan da… Ancak bu çabaların karşılıklı olması gerektiğini düşünüyorum: Öğrencilerimize ve mezunlarımıza kapılar daha fazla açılmalı, onların emekleri sömürülmemeli, onlardan ve bizlerden gelecek teklifler reddedilmemeli, dikkate alınmalı, değerlendirilmeli…
Birbirimizin eksiklerini söylemekten çekinmemeli, söylendiğinde rahatsız olunmamalı, uyarı ve tekliflerin arkasında bir şey aranmamalı.
Yıllardır Erzurum ve Türkiye medyası üzerine değerlendirmeler yapıyorum; bazen birebir görüşmelerde, bazen sosyal medya üzerinden… Ama bunların epey bir kısmının muhataplarda rahatsızlık oluşturduğunu, görmezden gelindiğini, işe yaramaz bulunduğunu görüyorum. Hâlbuki insanın gerçekten isyan edeceği tuhaf haberler ‘üretiliyor’ ve bunlar gazetelerde de yer bulabiliyor!
‘Herkes her şeyi biliyor’ olunca kimse kimseye bir şey sormuyor; birisinden bir şey öğrenmeyi bir eksiklik sayıyor. Bu, gelişmek için hiç de doğru olmayan bir tavırdır. Hepimizin birbirimizden öğreneceği şeyler var. Biz medyadan görecek, öğreneceğiz; medya çalışanları da bizlere danışıp öğrenecekler. Yerel gazetelerde yazan, görüş bildiren hocalarımız var; bu iyi; ama Erzurum’daki hiçbir gazetede bir tane Gazetecilik hocasına yazı yazdırılmıyor! Bu, normal değil!
Oysa herkesin her şeyi biliyor olması mümkün değil! Böyle davranmak, “Bizim sizden öğreneceğimiz bir şey yok!” tavrı takınmak hoş değil! Hem bizim açımızdan hem medya açısından…“Biz biliyoruz!”dan daha tehlikeli bir tuzak yoktur bir insan için; hele de gazeteciler için…
Alaylı-mektepli ayrışması bu bakımdan çok sakıncalı; biz okulda –geçmiş deneyimlerimizden de yararlanarak- işin büyük bir kısmını öğrettiğimizi düşünüyoruz. Ama sektör çalışanları işin pratik tarafını her gün yaşıyor ve her gün yeni bir tecrübe ediniyor. Sektörün bu üstünlüğünü kabul ediyorum ama ortaya çıkan ürünler (gazete ve internet siteleri vs.) de ortada! Bir sürü yanlış, eksik, hatalı ‘haber’ ve yazı yayınlanıyor, tasarım hataları yapılıyor… Bunların işaret edilmesini ben sorumluluklarımdan biri olarak görüyor ve bunu yerine getirmeye gayret ediyorum. Ama bunu yaptığım için bazen medyadan bazen üstüne vazife olmayan kurum yöneticilerinden uyarılar/tehditler alıyorum.
Yanlış olanı işaret etmeye devam edeceğiz; doğruları alkışlamaya, desteklemeye de… “Fakülte sektörle kopuk, aramız iyi değil!” eleştirilerine bu bağlamda kendi adıma hak vermiyorum. Marifet biraz da iltifata bağlıdır; derdimiz daha iyi habercilik, daha nitelikli bir medya ise alınmadan, gücenmeden, yüksünmeden eleştirileri kabul edelim, dikkate alalım. Daha gelişmiş bir toplum, daha iyi bir demokrasi ve sağlıklı bir kamuoyu için birlikte çaba gösterelim.