GAZİ DERVİŞ ÖZDEMİR’İN BOLVADİN MACERASI
-BOLVADİNLİ H. B. İLE LÜTFİYE HANIM
-EŞKİYALAR DA TORPİL YAPAR MI?
-HAN SAHİBİNİN KIZI?
Babam Gazi Derviş Özdemir (1896-06 Şubat 1986) Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarına bizzat katılıyor, 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e ilk girenler arasında yer alıyor ve 2 yıl Atatürk’ün Süvari Muhafızlığını yapıyor.
Kırmızı şeritli İSTİKLAL MADALYASI ile taltif ediliyor.
Atatürk’ün anası Zübeyde Hanım 14 Ocak 1923’de İzmir’de vefat etti.
Mustafa Kemal Paşa anası Zübeyde Hanım’ın cenazesine gitmedi/gitmedi.
Mustafa Kemal Paşa 29 Ocak 1923’de İzmir’de varlıklı/ görgülü ve eğitimli Latife Hanım ile izdivaç eyledi.
Babam Gazi Derviş Özdemir rütbeli bir subay değil ama Atatürk’ün çok güvendiği bir Süvari Muhafızı.
Merhum babam eski NATO Başkomutanı Alexsender Haig’e fizik olarak çok benzerdi. Uzun boylu, sarışın ve masmavi gözlüydü. İyi bir süvari olduğunu herkes kabul ediyordu.
Devrin Balıkesir Valisi Ali Hikmet Paşa balayını geçirmek üzere Atatürk ve Refikası Latife Hanım’ı Balıkesir’e davet ediyor.
Atatürk Balıkesir Valisi Ali Hikmet Paşa’nın davetini kabul ediyor ve özel bir trenle Balıkesir’e geliyor.
Hatta Balıkesir’deki bir camide hutbe dahi veriyor.
Atatürk ve beraberindeki hey’et Balıkesir’in ilçelerini de ziyaret ediyorlar.
Atatürk babamı sevdiği için “ Derviş Ayvalık’ta Rumlardan kalan yalıların birisine yerleş!” diyor.
7 yıldır askerlik yapan merhum babam Atatürk’ün cazip teklifini kibarca reddediyor.
Bunun üzerine Atatürk babamın askerlik teskeresini bizzat kendi eliyle Balya İlçesinde elden takdim ediyor.
Kadirbilir Balya Belediyesi bir caddeye GAZİ DERVİŞ ÖZDEMİR ismini veriyor.
Tezkeresini Atatürk’ün elinden alan babam Gazi Derviş Özdemir memleketi Kırşehir’e dönerken yolu Bolvadin’den geçiyor.
Bir kahveye girip, masalardan birine oturuyor ve sonra olanlar oluyor.
Vahit Özdemir:
Kahvede kâğıt oynayan birkaç kişi var, bunlar kâğıdı bırakıyorlar. Hasan Basri diye babama sahip çıkıyorlar.
Meğer bu şahıs Bolvadin’de zengin bir ailenin tek evlâdıymış, evlendikten kısa süre sonra askere gitmiş. Bu arada eşi Lütfiye Hanım hamile kalmış, çocuğu olmuş.
İşte babamı o kaybolan askere benzetiyorlar: “Sen H.B.! diyorlar, sürükleyerek götürüyorlar.
Babam H. B. değil ama çaresiz kalıyor, bunların arasında derdest gidiyor.
Evde H.B.’nin üzüntüden gözleri kör olmuş annesi, güzel bir bayan ve ortalıkta dolaşan bir çocuk var.
Aile onu görünce seviniyor, bayram ediyor. Fakat bir süre sonra annesi: “Oğlum, senin şiven niye böyle değişti?” diye soruyor.
Babam da ne desin: “Anne sorma, esir kaldım, şöyle oldu… böyle oldu…” diye kem-küm ediyor.
Babam karyolayı ilk defa o evde görüyor. Ev iki katlı, panjurlu, o günkü şartlarda, yaylı arabaları var.
Bunu kullanan adam var. Yani zengin bir ailenin oğlu H.B. 15-20 gün kadar onlarla birlikte yaşıyor. Fakat “gerçek H.B. gelir beni öldürür,” diye korkuyor.
Dönmeye karar veriyor. Bolvadin dışında eşkıyalar yolunu kesiyor. “Biz açlıktan geberiyoruz, şundaki üste başa bak!” diyorlar. Cebindeki parayı alıyorlar, kendi eski elbiselerini veriyorlar. Nihayetinde babam çıkıp geliyor.
Bu arada babamın H.B.’nin 15-20 günlük misafirliğinde Lütfiye Hanım babamdan hamile kalıyor.
Gerçek H.B. ile babamdan toplam 2 erkek çocuğunu devlet babaları şehit diye askeri okullarda okutuyor.
EŞKIYA TORPİLİ
Burada duruyor ve tebessüm ediyor Vahit Bey. “Aslında bu babamın eşkıya ile ilk karşılaşması değil” diyor. Hiç araya girmiyorum ve devamını bekliyorum.
Vahit Özdemir:
Babam Balkan Savaşı sırasında henüz 15 yaşında. 1911 yılında Kırşehir’in Hasanlar Köyü’nden 10 kağnı ile köylüler Ankara’ya bulgur satmaya geliyorlar.
Kırşehir’in Hasanlar Köyü ile Ankara’nın arası yaklaşık 240 km.
Kağnı ile Ankara’ya kaç günde gelinebilir? Babam ve arkadaşları Ankara’da Taş Han’a yerleşiyorlar.
Bulgurlarını sattıktan sonra yine kağnıların gürültüsü altında Kırşehir’e dönmeye çalışıyorlar.
Çorum’dan da bir grup köylü bulgur satmak amacıyla Ankara’ya geliyor. Bulgurlarını Ankara’da satan gariban köylüler ceplerinde kâğıt paralar (kayme ya da gaymeler) olduğu halde türkü söyleyerek, halay çekerek memleketlerine dönüş hazırlığı yapıyorlar.
Kağnı konvoyu Gölbaşı’nı geçip Balâ İlçesi sapağına döndüğü zaman silahlı eşkıyalar kağnı konvoyunun önünü kesiyorlar. Eşkıyalar babamlara nereden ve hangi aileye mensup olduklarını soruyorlar. Onlar da köylerini ve hangi aşirete mensup olduklarını söylüyorlar.
Bunun üzerine eşkıyalar babam ve yanındakilere dokunmuyorlar ama Çorumlu gariban köylüleri silahla ciddi şekilde tehdit ederek ceplerini boşaltmalarını istiyorlar.
Çorumlu köylüler direnince eşkıyalardan birisi silahına sarılıyor ve kağnının tekerine ateş açıyor. Başka bir eşkıya silahıyla kağnıya ateş açan eşkıyaya: “Rica ediyorum Ali Bey lütfen ateş etme. Arkadaşlar direnmeden kaymelerini (gaymelerini) bize verecekler. Lütfen kan dökme!” diyor.
Tehdit ve şantajlardan bunalan ve çaresiz kalan Çorumlu köylüler sattıkları bulgurun parasını eşkıyalara teslim etmek mecburiyetinde kalıyorlar ve birbirlerine sarılarak hüngür hüngür ağlamaya başlıyorlar. “Oyyy! Oyyy! Sattığım bulgurun parasıyla oğlumu evlendirecektim! Ben şimdi köyüme ne yüzle döneceğim!” feryatları ortalığı inletiyor. Soyulan Çorumlu köylüler kağnıların çıkardığı gürültü ve gıcırtılarla mecburen dönüş yollarına devam ediyorlar.
Babamlara dokunmayan eşkıyanın Reisi Kırşehirli Dişi Kitli: “Bu kıyağımı unutmayın. Hemşeri hemşeriyi soymaz. Babalarınıza ve dedelerinize benden çok selam söyleyin!” diyor.
Olayı 1981 yılında Osman Bölükbaşı’ya anlattığımda bana: “Eşkıya bile torpil yapıyor. Hemşerilerini soymuyor,” demişti.
Bu küçük geri gidişin ardından tekrar savaş sonrası yıllarına dönüyoruz. Ben arkada kalanları merak ediyorum. Sormadan duramıyorum.
Özlem Pekcan:
Babanızın arkasında bıraktıkları ne oluyor?
Gerçek H.B. geri dönmüş mü?
Vahit Bey’in tebessümünden anlıyorum ki; cevapları müphem bu soruların. O da beni doğruluyor.
Vahit Özdemir: Sonraki yıllarda babam; “benim bir asker arkadaşım vardı, ne oldu?” diye araştırıyor. “Geldi, kısa süre sonra kayboldu. Düşmanlar tarafından kaçırıldı,” diyorlar.
Orada bizim bir ağabeyimiz doğmuş. Onu da babası şehit düştü diye askeri okula almışlar.
Bildiklerimiz: H.B., Hanımefendi’nin ismi Lütfiye ve Bolvadin’in varlıklı bir ailesine mensuplar.
1970 yılında babam orada görevli ziraat teknisyeni bir akrabamızı ziyarete gidiyor, olayı da çaktırmadan araştıracak. O gün de Bolvadin’de deprem olmuş. “Allah bunu istemedi,” diyor, korkusundan çıkıp geliyor.
Ben de 1-2 defa niyetlendim. Fakat oradaki insanlara nasıl anlatacağım durumu?
Ortada kötü niyet yok ama adam kabullenmez.
Şehit oğlu diye askeri okula alıyorlar, babası şehit değil. Ben ona desem ki Siz benim ağabeyimsiniz, çeker vurur, öldürür beni.
Babam o hanımefendinin o kadar etkisi altında kalmış ki ilk doğan kızının adını Lütfiye koyuyor, o vefat ediyor ikinci kızının adı da Lütfiye.
HAN SAHİBİNİN KIZI
Gazi Derviş Özdemir köye geldikten sonra evlenmeye karar veriyor fakat bir türlü olmuyor.
O zamanlar her 40 km de bir menzil var. Posta arabaları buralarda duruyorlar, at değiştiriyorlar, biraz dinlenip yollarına devam ediyorlar.
Bu şartlarda o günlerde Bağdat’tan İstanbul’a bir mektup on günde gelebiliyormuş. Bunu Avukat Aziz Baban Vahit Bey’e söylemiş.
Gazi Derviş Özdemir ile Afganlı tanıdığı Hacı Mübarek bir gün işte böyle bir yerin az ötesinde kuyudan su çeken 15-16 yaşlarında genç bir kız görüyorlar.
Vahit Özdemir:
Ankara Kayseri yolu üzerinde bir menzil hemen yakınında da bir han var. Bu hanın sahibi dedem Hacı Mustafa (1843-1915) kız da anam Ümmühan.
Dedemin adı Hacı Mustafa, 1843 doğumlu. Dokuz kızı, bir oğlu var.
Ben anamın bütün kardeşlerini tanımıyorum. Dağılmışlar, yaşları ileri. Biri Adana Kadirli’de, diğeri başka yerde. Mesela oğlu çöpçü olan teyzem de var, oğlu tıp profesörü olan teyzem de.
İmkân bulanlar okumuş, bulamayanlar okumamış.
Dedem Hacı Mustafa 1915’te ölüyor. Zamanında deveyle hacca gittiği söyleniyor. Benim tahminim deveyle Mersin’e kadar gittikleri, oradan da Cidde’ye gemiyle gittikleri yönünde.
Mekke Medine arası yine deveyle tabii. Her neyse o gün Hacı Mübarek bozuk Türkçesiyle babama anamı işaret ediyor: “Ne orada burada geziyorsun! Şu kızla evlensene!” diyor.
Ümmühan Özdemir
(1907-1951) Babam da: “İyi de yüzü çok sert. Çok asabi görünüyor,” diye karşılık veriyor.
“Kadın dediğin ciddi olmalı!”
Bu şekilde evleniyorlar. Önce bir kızları oluyor. İlk ablamız Lütfiye o vefat ediyor. Sonra ikinci Lütfiye, Hacer, ağabeyimiz Sücaattin, ablamız Ümmü, ‘40’da ağabeyimiz Celâl geliyor.
‘44’de Hamza var ama o da çocukken ölüyor. Çok gürbüz birisiymiş. ‘46’da ağabeyim Alişan ve ‘50’de ben doğuyorum.
KENDİ SELASINI KENDİ VEREN ADAM
Çiftin evlenmesine vesile olan Afganlı da ilginç biri. Ondan da bahsetmeden geçmiyor Vahit Bey.
Vahit Özdemir:
Hacı Mübarek Türkmen veya Özbek ama Afgan vatandaşı. Kırık bir Türkçe konuşuyor. Menzildeki atlara bakıyor. Sonradan Kayseri’nin İncesu ilçesine yerleşiyor. Devlet ona arazi veriyor. Çok enteresandır; öleceği günü tahmin ediyor. Ölmeden önce caminin minaresine çıkıyor, kendi selasını veriyor ve birkaç saat sonra vefat ediyor. Babamın söylediğine göre oğlunun bir tanesi Ulucanlar Cezaevi’nde gardiyanmış.
AT, EŞEK, KÖPEK VE KÜLLÜK
Benim ilgim atlara kayıyor şimdi. “O zaman at hayatın merkezinde herhalde, öyle değil mi?” diye fikrimi paylaşıyorum. Beni onaylıyor Vahit Bey fakat hemen akabinde anlattıklarıyla tek baskın unsurun onlar olmadığını anlayacağım birazdan.
Vahit Özdemir:
Bizim orada kadınlar da ata binerdi. O zaman bu maharetten sayılmazdı. Çünkü başka çare yok, bir yerden bir yere gitmek için at binmek gerek. Düşünün; 20-30 kilometre uzaktaki şehre nasıl gideceksiniz? Ya atla ya eşekle. Daha önce deveyle gidiliyormuş. Ufak yaşta ata binmeyi öğreniyorsunuz. Becerikli kadınlar, eşkıya baskını vs. ye karşı, silâh kullanmasını da öğreniyorlardı.
Ayrıca at enteresan bir hayvan. Mesela ben üç dört defa attan düştüm, at beni bırakmadı, etrafımda dolaşıp duruyordu. Bir defa eşekten düştüm, yarış yapıyorduk. Eşeğin ayağı kaşımın üstünde bir yere çarptı. Ağabeyim de korkusundan üstüne toprak attı. Biliyor tabii evde azar işitecek. Kayseri’ye gittik. Orada Talas Amerikan Koleji vardı, doktoru beni muayene etti. Bize patlıcanlı güzel bir yemek ikram ettiler. Sonra tetanos iğnesi yaptı. Karından. Çuvaldız iğnesi gibi bir şeydi. Herhalde düzenli yapılması gerekiyordu ki bir müddet de Kırşehir’de vurdular aynı iğneden.
O arada üç numaralı ağabeyim Alişan’ı da köpek ısırıyor. Aslında hata onda. Sekiz-on çocuk bir köpeğin peşine düşüyorlar. Yabancı bir köpek, bunlar da kovalıyorlar. Nihayetinde köpek ağabeyimi ısırıyor. Kuduz korkusundan onu da Kırşehir’e götürüyorlar.
ABİM ALİŞAN’IN KUDURMAMASI İÇİN NE YAPILDI?
Sonra köpeğin başını Ankara’ya tahlile göndermişler, kuduz çıkmamış. Buna rağmen kırkıncı gün kudurabilir endişesiyle köyün kızlarını toplamışlar. Taş değirmende bulgur çektiriyorlar, sabaha kadar şarkı-türkü söyletiyorlar, maksat ağabeyim uyumasın, kudurmasın. Böyle bir inanç var.
Mesela 1938’de Kırşehir Akpınar depremi oluyor. Çok büyük ve şiddetli bir deprem. Bizim köyden de hissediliyor. Ahır yıkılıyor. Babam, ablalarımı küllüğe topluyor. Sonra biri anlattı. Bizanslılarda, şamanlarda böyle bir gelenek varmış. Küllüğün üzerine çocukları topluyorlarmış.

KÜLLÜK NEDİR?
Özlem Pekcan:
Küllük dediğiniz nasıl bir şey? Tarif eder misiniz?
Vahit Özdemir:
Yakılan tezeklerin küllerinin döküldüğü yerdir. Temek de hayvan pisliklerinin döküldüğü yerdir. Orası zamanla katılaşır. Sonra belle onları parçalara ayırırsınız. Buna da kerme denir, kışın ısınmak için yakılır. Köylerde okula giden çocuklar her gün yanlarında yakmak için kerme götürürler. Öğretmenler de bundan istifade ederler.
İkinci sınıftan itibaren çocuklar sırayla nöbet tutarlar, soba yakarlar, temizlik yaparlar. O zaman köy okulları mayıs ayının ilk haftasında kapanıp Ekim başında açılıyordu. Çünkü ana-babasına tarlada, otlakta yardım edecek. Şehirlerdeki tarihte açsanız bile gelmezlerdi. Orada okumayı az çok öğrenmiş çocuklar ikinci sınıfa başladıklarında çoğunlukla okumayı unutmuş oluyorlardı. Tekrar sıfırdan başlıyorlardı. Müfettiş geldiğinde de öğretmeni fırçalıyordu. Halbuki öğretmenin bir kusuru yok. Zaten 5 sınıf bir arada, tek öğretmen hepsine bakıyor. Hangisine yetişsin. Bir de tatil uzun, beş ay.
Bu sırada kapımız tıklatılarak itiliyor ve elinde tepsisiyle az önce bize kahve getiren ufak tefek hanım eşikte beliriyor. Boşalmış fincanlarımızı alıyor, yerine dumanı taze tüten çaylarımızı bırakıyor.
YETİMHANEDEKİ KÜÇÜK ÇOCUK
Teşekkürlerle uğurluyoruz Nazan Hanım’ı, çaylarımızdan birer yudum alıyoruz ve ben kayıt cihazımı yeniden çalıştırıyorum. Annesinin kaybını anlatıyor şimdi Vahit Bey.
Vahit Özdemir:
23 Şubat 1950’de Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesi Yeniyapan Köyü’nde doğuyorum.
O sene Aralık ayı gibi anam Ümmühan Kırlangıç Dağı’nın eteklerine gidiyor. Bizim orada taşlar arasında geven dediğimiz bir ot bulunur, bundan topluyor. Herhalde o sırada üşütüyor. Kırşehir’e götürüyorlar ama bir türlü düzelmiyor, Mart ‘51’de de rahmetli oluyor. Beni de yetimhaneye bırakıyorlar.
Özlem Pekcan: Neden Sizi yetimhaneye bırakıyorlar?
Vahit Özdemir:
Ben de aynısını Kürt bir aileye sordum: “Siz de böyle bir şey olsa ne yapardınız?” dedim. “Bizim kardeşlerimiz, hanımlarımız çocuklara bakardı,” dediler.
Özlem Pekcan:
Sizin de ablanız var.
Ben göstermediğimi sansam da ettiğim birkaç kelimeden tepkimi anlamakta hiç güçlük çekmiyor Vahit Bey. Sükûnetle açıklıyor.
Vahit Özdemir:
Ablam ufak bir şey yapamıyor. Sıkıntıya düşüyorlar. O zaman muhtar olan en küçük amcamız: “Abi bu çocuğu Ankara’ya yetimhaneye götürürsen, orada devlet bunu okutur, iyi olur,” diyor.
Babamı ikna ediyor. Hatta babam benden 4 yaş büyük ağabeyimi de götürecek fakat Ümmü Ablam onu ahıra saklıyor.
Bu şekilde bir kamyonda şoförün yanında ve kucağında beni Ankara’ya getiriyor babam.
Ben o sırada 15-16 aylığım, sapsarı ve kıvırcık saçlıyım. Talatpaşa Bulvarı’nda Numune Hastanesi’nin oralarda kuaför bir karı-koca bizi görüyor, babam hadiseyi anlatıyor.
Onların da çocukları olmuyormuş, bana sahipleniyorlar. Bir geceyi onlarla geçiriyorum. O karı-koca beni çok sevmiş. Komşularını arkadaşlarını çağırmışlar. Fakat ablamın anlattığına göre, yolda gelirken babam bana kayısı yedirmiş, bu yüzden ishal olmuşum. Öyle olunca çok korkmuşlar; ölürüm diye. Ertesi gün babama; “aman al çocuğunu git,” demişler.
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Merkezi Sıhhat İşleri’nin Keçiören Çocuk Yuvası Müdürlüğüne 12/6/1951 tarih ve 2243 sayılı yazısı:
“Kırşehir ilinin Hacıbektaş ilçesine bağlı Tatar Yeniyapan köyü halkından Derviş’in eşi Ümmühan 2 ay evvel ölmüş, 10 aylık çocuğu Vahit Özdemir’e de evinde bakacak kimsesi olmadığından Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüğünün 12.6.951 Tarih 7324 sayılı yazısıyle Kurmumuza gönderilmiş çocuk Yuvaya Bakanlık hesabına alınmıştır.”
Osman Şevki Çiçekdağ, eski Adalet Bakanı, o zaman Çocuk Esirgeme Kurumu’nda başkan ya da etkili bir pozisyonda. Babam ona gidiyor, çünkü öyle kolay kolay almıyorlar da. Neticede birtakım zorluklardan sonra beni kabul ediyorlar yetimhaneye. Babam 5-6 ay sonra beni ziyaret ediyor, sonra bizim köylüler 1-2 kez geliyorlar.
Özlem Pekcan: Daha sonraları bu konuyu babanızla hiç konuştunuz mu?
Vahit Özdemir:
Babam bundan bahsetmezdi. Duygularını göstermezdi. Ben de onu suçlamadım. Çaresiz kalmış, yapacak başka şeyi yok. Ben yetimhanedeyken bir defa gelmiş beni ziyaret etmiş. Sonra bizim akrabalardan biri Ankara’daymış, ona mektup yazmışlar, o gelip beni ziyaret etmiş.
Özlem Pekcan: Bu yetimhaneye bırakılma işini sizin amcalarla yengeler organize etmişler sanki.
Vahit Özdemir:
Öyle görünüyor. Hepsinin 3-5 çocuğu var. Benim yaşta oğulları, kızları var. Birkaç ay büyük ya da küçük. Onların yanında ben de kalabilirdim. Bir sene kalsam yeterdi her halde. Aşağı yukarı iki buçuk yaşımı bulmuş olurdum, sonra da kendimi kurtarırdım. Onlar bana sahip çıksaydı, ben de imkânım olduğunda onlara sahip çıkardım. İşte Neslihan Baban Kısakürek’in yakın akrabası Çerkes Ana, Allah gani gani rahmet eylesin, sadece beni değil, tüm aileyi kurtardı.
NOT: EDİTÖR ÖZLEM PEKCAN’IN KALEME ALDIĞI ÇARIKLI DİPLOMAT VAHİT ÖZDEMİR KİTABINDAN ALINTIDIR.
(devam edecek)
NEREDEN NEREYE?
Vahit Özdemir
(E) Diplomat
09 Mart 2025