Tam 3 sene önce yazmış olduğum yazımı; Özellikle Ukrayna-Rusya savasından sonra tarımın öneminin tartışıldığı günümüze ve geleceğe ışık olması dileğiyle tekrardan yayınlıyorum.
TARIM VE SUYUN STRATEJİK ÖNEMİ!
Hasan BARIN
Uzun zamandır yazmak isteyip de güncel olayların yoğunluğu nedeniyle geciktirdiğim bir konu.
Canlıların, olmazsa olmaz, eksikliği durumunda hayati tehlikeye gireceği üç temel ihtiyacı vardır:
Beslenme, giyinme, barınma.
Bu yazımda özellikle gıda, gıdanın başlangıç noktası olan tarım faaliyetlerinin stratejik öneminden bahsetmeye çalışacağım.
Eski zamanlardaki kaleyi ele geçirme taktiğini bilirsiniz. Kale kuşatılır, giriş çıkış yasaklanır, kalenin içindeki yiyecek ve içeceklerin tükenmesi beklenir. Açlık çeken kalenin halkı arasında zamanla huzursuzluk başlar ve yetersiz beslenme nedeniyle hastalıklar ortaya çıkar. Bu zorluklara dayanamayan kale halkı sonunda teslim olur. Eğer kalenin gıda stoğu yeterli ise kale ya teslim alınamaz ya da teslim alınması zorlaşır.
Kalenin düşmana karşı dayanma gücü, silahtan çok gıda stoğuyla doğru orantılıdır.
Osmanlı, Kanije Kalesi’ni fetheder ve kaleyi dokuz bin askerle Tiryaki Hasan Paşa’ya emanet eder. Bunu öğrenen Avusturya Arşidükü II. Ferdinand, en az otuz beş bin askerle kısa sürede Kanije’yi geri almak umuduyla kaleyi kuşatır. Ancak hesap edemediği şey, Hasan Paşa’nın muazzam strateji ve psikolojik savaş bilgisiyle hazırladığı tuzaktır.
Tiryaki Hasan Paşa, otuz beş bin askere karşı dokuz bin askerle savunduğu Kanije Kalesi Savunması’nda gıda üzerine kurulu ilginç bir taktik uygular. Önce, gıda stoğunun çok iyi olduğuna dair sahte mektuplar yazarak bu mektupların düşman eline geçmesini sağlar; karnımız tok, keyfimiz yerinde diyerek akşamları eğlenceler düzenler. Saldırılardan aldığı yaralar nedeniyle ayakta duramayan ve arkadaşına yaslanarak marş söyleyen askerlerin neşeli sesleri, düşmanın moralini bozar. Son olarak ise düşman elçilerini kaleye davet eder ve onları kuş sütünün bile eksik olmadığı muazzam bir sofrada ağırlayarak, “Her şeyimiz var, gıdalarımız bitmeyecek, teslim olmayı beklemeyin” izlenimi verir.
Sahte bir gıda lojistiğiyle psikolojik olarak yıkılan düşman ordusu, ani bir saldırıyla tamamen yok edilir. Ferdinand’ın ordusu, 47 büyük top, 14.000 tüfek, 60.000 çadır, 15.000 kazma kürek, binlerce erzak ve Ferdinand’ın altın tahtı ile otağını bırakarak kaçar.
Bir diğer örnek:
Selahaddin Eyyubi, Kudüs Fethi Seferi’nde ordusunu İsrail yakınlarındaki Tiberiye Gölü civarına yerleştirir. Kudüs Ordusu’nun çoğunluğu, bazılarının kaleden çıkmama uyarılarına rağmen Kudüs’ten çıkar ve çöl yoluna koyulur. Gerçekten de büyük bir tuzaktır ve çöldeki kuyuların kapatıldığını gören ordu kısa sürede durumu anlar ama geri dönemezler. Ordunun bir kısmı açlık ve susuzluktan savaşmadan telef olur; bitkin düşen ordunun geri kalanını ise Selahaddin Eyyubi’nin ordusu kısa sürede halleder.
Eski çağlardan Attila’dan da bir örnek:
Attila, en az yüz bin kişilik bir ordunun yirmi bin kişilik ordusuna saldırmaya hazırlandığını öğrenir. Arkalarından dolanarak başta tahıl olmak üzere tüm tarım alanlarını yakıp yıkar ve koskoca orduyu açlık ve hastalıklarla üç beş bine düşene kadar bekler, ardından kalanları da Attila’nın ordusu halleder.
Bizden, türkülere konu olmuş, her söylediğimizde içimizi yakan tarihi bir örnek:
“Giden gelmiyor acep ne iştir?” diye devam eden Yemen Türküsü’nü bilirsiniz. Yüz binlerce şehit verdiğimiz bu büyük ordunun en çok zararını, saldırılardan çok açlık ve susuzluk vermiştir. Giden gelmemiş; Yemen’deki Türk mezarlarının sayısına baktığımızda, oraya giden de geri dönememiş!
Kurtuluş Savaşımızdan da bir örnek:
Büyük Taarruz öncesi erzak deposunun bulunduğu köyden düşman askerlerinin çoğunluğunun ayrıldığı bilgisi gelir. Hemen baskın düzenlenerek, orada nöbetçi kalan birkaç düşman askeri temizlendikten sonra deponun bulunduğu yere ulaşılır. Ancak bir sorun vardır: Köyden ayrılan düşman askerleri geri dönebilir, silahtan daha değerli erzağı bırakmak olmaz, o kısa süre içinde o kadar erzağı çıkarıp yükleyip götürmek de mümkün değildir.
Sadece bir çözüm vardır ama; bu, evde yaşayan yaşlı bir kadının evine aittir ve kadının eşi Çanakkale’de şehit düşmüştür; tek çocuğu ise cephede askerdir. Ne yapacağını kara kara düşünen birliğin komutanının yanına yaşlı kadın gelir ve “Oğlum, niye kara kara düşünüyorsun? Yak gitsin!” der.
Öyle yaparlar, kimsesi olmayan kadının tek dünyalığını cayır cayır yakıp oradan ayrılırlar. Bir gün sonra köylüler evini yeniden yaparlar; bu da yardımlaşmaya örnek olacak ayrı bir yazı konusudur.
Tarım ve su, birbirine kardeştir. Tarım varsa su; su varsa tarım vardır. Hem insan için hem de insanlık içindir.
Eski devirlerde de böyle değil miydi?
Medeniyetin geliştiği yer Mezopotamya’dır. Bunun tek nedeni ise sudur.
Mısır için de aynı şey söz konusudur.
Atatürk, bir liseyi ziyaret eder. Öğretmenden izin alarak öğrencilere bir soru sorar: “Nil olmasaydı, Mısır ne olurdu?”
Öğrencilerden biri söz hakkı alır ve iki kelimelik basit bir cümle ile cevap verir: “Hapı yutardı!” Bu, basit ve abes sayılabilecek cevap Atatürk’ün çok hoşuna gider, “aferin on” der.
Su, medeniyettir, insanlıktır!
Çanakkale Savaşı esnasında, yakındaki çeşmeden su almakla görevli askerler çeşmeyi gördüklerinde donakalırlar. Çeşmenin hemen kenarında düşman askerleri vardır ve onlar da su almaya gelmiştir. Hiçbir çatışma olmaz, düşmanın su doldurması beklenir. Düşman da bu minnettarlıkla dolu olaydan haberdar olur. Aralarında yazısız, suyla imzalanan bir anlaşma olur: Kim önce geldiyse, su doldurmasını uzaktan bekler; işleri bitip uzaklaşınca çeşmenin başına gelirler.
Savaşta bile olsa, bu durumu onaylamıyorum; su bizim topraklardan çıkıyor dolayısıyla bizimkilerin çeşmeyi zapt ettiğini düşünün; ellerinde ne kadar modern olursa olsun o silahların barutlarını içecek halleri yok!
Suriye ve Irak’la bizden çıkan nehirler yüzünden kaç defa savaş durumuna geldiğimizi benim yaşımdakiler hatırlar.
Türkiye’de tarım yapacak arazi de bol, dikkatli kullanılır ve yönlendirilirse su da var.
İzmir’den yola çıktığınızda yarım saat sonra, üzüm, sebze ambarı Manisa Ovası karşınıza çıkar, biraz daha ilerlediğinizde Afyon Ovası, biraz daha ilerlediğinizde buğday ambarı Konya Ovası, biraz daha ilerlediğinizde taş eksen pamuk çıkan Çukurova, biraz daha ileride ise Gavurdağı’nın tepesinden bile ucu bucağı görülemeyen Harran. Diyarbakır’a yaklaştığınızda, yolun ortasına o bereketli topraklarda yetişen Diyarbakır karpuzu konsa, yolun karşısını göremezsiniz. Bu arada üzerinden geçtiğiniz irili ufaklı nehirleri saymakla bitmez.
Bu, benim bir güzergâhtan giderken sayabildiklerim.
Bunu, daha Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu sıralarda en iyi gören Atatürk’tür. İzmir İktisat Kongresi’ne sadece iktisatçılar değil, her ilden köylüleri çağırıp istişareler yapmalarını ve projeler sunmalarını sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk açtığı fabrika ne silah fabrikası ne de araba fabrikasıdır; Uşak’ta açtığı Şeker Fabrikası’dır.
Ve, aynı zamanda ne güzel sözüdür; “Köylü Milletin Efendisidir.”
Sabahın soğuğunda fırına gittiğimizde nasırlı toprak elleriyle sıcak ekmeği, seher güneşi sıcak gülümsemesiyle bize sunup karnımızın doymasına vesile olan gene köylü değil midir?
Hal böyleyken boş kalan, emekli tatil köyüne dönen bereket fışkıran köylerimizin bu hali can yakıcı olduğu kadar zenginliklerimize tezattır.
Ben, ne tarım eknomisti, ne ziraat mühendisi, ne de tarım stratisyeniyim. Bu yüzden durumların düzelmesi için akıl vermek benim haddime değil ama şunu çok iyi biliyorum; tarım, su, silah kadar stratejiktir.
Paramız olduğunda satan da varsa belki gıda sıkıntısı çekmeyiz ama yarın bir gün paran da olsa bana yermeyecek satmıyorum arkadaş dendiğinde yaşanacak sıkıntıları ve köylü sayısının iyice düşüp toprakların kullanılmaya kullanılmaya erozyona uğrayıp kullanılamaz hale geldiği zamanları hiç düşünmek bile istemiyorum.
Sağlık, huzur, saygıyla