Eluca Atalı

Tarih: 03.07.2024 08:06

Humeyni ile Veliahdın Konuşması

Facebook Twitter Linked-in

Eluca Atalı
Humeyni ile Veliahdın Konuşması
"İran zindanında" kitabından
“Zindanlardaki kız çocuklarının bakireliği alınıp sonra idam edilsinler.” Fetvasını İran İslam Devrimi’nin müellifi ve yüksek dini lideri İmam Ayetullah Humeyni verdi.
Seksen sekizin yazında cumhurbaşkanının yetkileri sınırlandırılarak resmi bir nitelik taşımaya başlamış, ülkenin bütün yönetim yükü başbakanın omuzlarına binmişti. Aslında İran’da cumhurbaşkanının olup olmamasının bu ülkenin iç ve dış siyasetine hiçbir etkisi yoktu. Çünkü ülkenin Ayetullah’ı cumhurbaşkanı halkın oy çokluğu ile seçilmesine rağmen istediği zaman onun yetkilerini lağvedip onu görevinden uzaklaştırabiliyordu. Bu ülkede herkesten yukarıda duran bir şahsın olduğu ve herkese de yönetici olduğunu dikkate almak gerekir. Onunla anlaşamayan kendi sonunu kendi eliyle hazırlamış oluyordu. O yüce şahıs Ayetullah Humeyni’ydi. Aynı şekilde Mir Hüseyin Musevi, onun işiten kulağı ve vuran kolu olan ETTELAAT da ancak bu Efendi’nin sayesinde nefes alıyordu.
O zaman, korku ile terbiye edilmiş, onun diktesi ile hareket eden halktan farklı olarak iktidar organlarında da protesto notaları üzerinde yeni şarkı çalmaya başlayanlar bulunuyordu. İmam’ın veliahdı yani İmam Ayetullah Humeyni'den sonra devletin başına geçecek olan Ayetullah Münteziri de bu kanlı gösterinin sonunu sabırsızlıkla bekleyen seyircilerden biriydi. İran adlı büyük sahnede oynanan dehşetli eserin bu kadar uzamayıp kat kat perdenin hızlıca yere serilip toprağa gömülmesi için kendisi de sahneye çıkıp olumlu bir rol oynamak istedi. Bu nedenle de her gün yüksek sesle okuduğu Kur’an-ı Kerim’i koltuğuna çalıp selefinin yanına gitti. Selam kelamı bitirir bitirmez doğrudan konuya girdi:
“Efendim, ülke kan içinde yüzüyor…”
“Allah’a karşı savaş açtılar, cezalandırılmaları gerekiyor… Allahsız insanların olduğu bir ülkede yaşamak için devrim yapmadık.” cevabını alması onun için beklenmedik bir şey değildi. Çünkü Koca İmam’ın kafirlerin olmadığı bir dünya hayal ettiğini çok iyi biliyordu.
“Efendim, son ayda idam edilenlerin sayısı otuz bine ulaştı, üstelik hâlâ İran’ın bütün zindanları dolu.”
“Bunun neyinden korkuyorsun oğul? Bırak olsun! Önce İran’ı kafirlerden temizlememiz, sonra devrimi komşu ülkelere yaymamız gerek.”
“Öldüm gücüyle mi?”
“Hayır, ezan sesiyle…”
Veliaht, bu yönde giden sohbetten hoşlanmadığını İmam’ın yüzünün aniden ekşimesinden anladı. Bu nedenle de konuyu değiştirmeye gayret etti. Ağzını doldurmuş konuşmak istiyordu ancak lafı ağzında kaldı. Bu defa da usta, talebesini geçip sözüne devam etti:
“Önce şurevileri43 imana getirmemiz gerek, Ruslar onları kafir etmişler… Yolundan sapmış dünyayı sadece İslam gibi müterakki bir din kurtarabilir. Bunu başaracağımıza inanıyorum. Yolumuza inanmayan bizim düşmanımızdır! Allah’ın düşmanıdır onlar!” diyen Yüce Ruhani lider sesini o kadar yükseltmişti ki sanki sesini bir kişiye değil bütün Şia dünyasının kulaklarına ulaştırma iddiasındaydı. “İslam devrimi seçilmişler ülkesi olan Arilere Allah tarafından nimet olarak gökten indirildi. Kalan savaşçılar, onlar Allah’a karşı geliyorlar, onu tanımıyorlar. Böyle bir durumda Allah’ı tanımayanların boynu vurulmalı, hiçbir yerde izi
kalmamalı. İz kalırsa allahsızlık hafızalara kök atar. Oğul, bir de unutma, Allah’tan korkmayan yolunu şaşırır.”
“Allah’a sevgi ile kavuşulur!”
Veliahdın Efendi ile bu kadar dik başlı konuşmaya gücü nereden bulduğu sanki İmam’ı bir an şaşırttı. Ona sınayıcı gözlerle bakan İmam, belki de veliahdındaki dik başlılığı bastırmak gayretiyle daha sert cevap verdi:
“İnsanlar korkmazlarsa sevmezler.”
“Korku sevgiyi öldürür… Kutsallık ulvi duygudur! Bu nedenle de insana kutsallığa karşı ulvilik aşılanması gerek ama şu anda ülkede gerçekleşen olaylar bizim büyük işimize zarar veriyor.”
Beklenilmedik bir anda İmam kaşlarını çattı, çatık kaş altından gözlerini manalı manalı ona dikerek:
“Sen bu felsefeyi nereden öğrendin?” diye sorduğunda Koca’daki kin ve büyüklenmeyi sezmemek imkansızdı.
Onun umulmadık sorusuna veliaht da katılarak birdenbire ciddiyetini arttırdı:
“Son aydaki ölümlerin tecrübesinden sonuç aldım Efendim!”
Ayetullah ilave etti:
“Biz İslam Devrimi’nde bir hata yaptık.”
İmam’ın ne gibi hareket ettiği ve en önemlisi hatasını itiraf etmesi veliaht tarafından tahmin edilmediği için şaşırdı. Genelde İmam kedi gibi sırtını yere vurmazdı.
“Efendi hangi hatayı dikkate alıyor?
“Devrimden kısa süre sonra darağacını kurmamız gerekirdi.”
Şaşkınlıktan kendini kaybeden veliaht ancak yerle ilgili soru sorabildi:
“Nerede?”
“Her yerde… Sokakta, pazar girişinde, meydanlarda, insanların önünde, yaşam alanlarının bahçelerinde, doğumevlerinin önünde, üniversitelerin giriş-çıkışında… Her yerde bunlar olmalıydı… Böyle yapsaydık, şimdi işimiz kolay olurdu, halkı rahatlıkla kendi gözetimimizde tutabilirdik.”
Aniden her ikisi de susarak birbirinin yüzüne baktı, ancak sessizliği ilk bozan Münteziri oldu.
“Yalan bilgilerle suçlanıp zindanlarda sehven öldürülenler de çok. Efendi’nin buna bakışı nasıl?”
Bunu söyleyip Humeyni’nin fikrini öğrenmek isteyen veliaht gözlerini onun ağzına dikti, ancak İmam ne düşünüyorsa cevap vermeye yanaşmıyordu. Bunu gören veliaht izah etmeye başladı:
“Pastarların44 sehven öldürdüklerinin kanları akıyor.” dedi ve sonra ilave etti: “Bazen hata edip suçsuz insanları da idam ediyorlar.”
“Suçsuz mu?”
“Evet, Efendim. Suçsuzların kanının akmasını Allah bizlere bağışlamaz.”
“Halhali Efendi’nin bu meseleyi çözdüğünü unuttun mu?”
İmam’ın ağız dolusu Halhali deyip memnun memnun gülümsediği şahıs, İran Yüksek Mahkemesi’nin baş kadısı Şeyh Sadık Halhali’ydi. Toplum içinde “Cellat” lakabı ile adını İran İslam Devrimi tarihinin
yıllıklarına yazdırmıştı. Onun adı geçtiğinde neredeyse hiç kimse dizi titremeden belini doğrultamazdı.
Veliaht gözlerini kısıp uzak bir noktaya baktı. Halhali’nin zindandaki haksız ölümler sorununu yasal olarak nasıl çözdüğünü ne kendine açıklayabildi ne de Efendi’nin işaretiyle ilgili bir şey hatırlayabildi.
Koca İmam’sa veliahdın onun neye işaret ettiğini anlamadığı için sıkıntıya düşüp güçlük çektiğini anladı. Bu nedenle de neye işaret ettiğini açıp nişangahı kendi eli ile gösterdi:
“Halhali Efendi, ‘Kim yanlışlıkla idam edilirse yeri Cennettir.’ diye fetva verdi. Yani rahatsız olmaya gerek yok. Kim yanlışlıkla öldürülürse Cennetlik olacak.
Ayetullah Humeyni, Halhali’nin suçsuzlara Cennet vaadini hatırlayıp gülümseyerek veliahdına sordu:
“Bu yeterli değil mi?”
“Bunun yeterli ödül olduğunu düşünmüyorum…”
O, hükumetin suçunu azaltmaya gayret edip yollar aradığı bir zamanda İmam;
“O zaman şöyle yapalım…” deyip sözüne ara vererek elini ağzının üzerinden aşağıya doğru sakalının ucuna kadar çekip düz sakalını yavaşça sıvazladı: “Onlara devrim şehitleri adını verelim, acınacak haldeydiler, bırak kanları batmasın.”
Memnun bir şekilde bıyık altı gülen İmam birkaç defa başını salladı.
Ayetullah Münteziri, şu anda ülkede yürütülen iç siyasetten razı olan Koca İmam’ın kan aşkından coştuğunu hissetti. Bu durumda onu insafa getirmek güçtü. Bu noktada idamların sayısını azaltmak için ne yapması gerektiğini düşündü.
“Efendim, kutsal kitabımız Kur’an’da ‘Kız çocuklarını idam etmek, öldürmek günahtır.’ diye yazıyor. O zaman emredin, kız çocuklarının idamını durdursunlar.”
Sözünü bitiren veliaht kitabı eliyle çevirip ispat için İmam’a bu konu hakkında yazılan ayeti göstererek bununla sözünü desteklemek, aynı zamanda bu şekilde fikrinde ısrarcı olarak İmam’a etki etmek istedi. Ancak Humeyni’nin gözlerini kısıp ona odaklamasından bir şey anlamayan veliaht elini kitabın üzerinde tuttu.
“Sen haklısın oğul, kız çocuklarının öldürülmesi günah…”
Fikrinin bu kadar çabuk filizlenmesine sevinen Münteziri, vakit kaybetmeden konuştu:
“Onların cezasını hafifletmek de mümkün.”
İmam ağzını yayarak sordu:
“Nasıl?”
“Mesela, idamı uzun süreli hapisle değiştirirler, kurtarır gider. Kızlar yaptıkları suçtan dolayı bu şekilde cezalandırılırlar.”
“Hayır, kafir kafirdir… Kafirde cins ayrımı yapmanın kendisi suçtur. Erkek ya da kadın olsun, ne fark eder? Mukaddes imanın inkarından, ona karşı savaş ilan edenlerden bahsediyoruz. Kafirin ceza alması gerek.” dedikten sonra çabucak üzerine ekledi: “O zaman şöyle yapalım, kız çocuklarını Pastarlara verelim…”
Hayretle bakarak Efendisi’nin ağzından ne çıkacağını sabırsızlıkla bekleyen veliaht, onun son teklifiyle yerinde duramadı. Hâlâ sabırsızlığın siteminden kurtulamadığından kendini az da olsa dayanmaya zorladı. Efendi’nin sözüne devam etmediğini görünce konuştu:
“Efendim, dinimiz tecavüz günahtır, buyuruyor! Bunu bile bile günaha mı batalım!”
“Sen niye böyle kötü fikirlere dalıyorsun? Kim diyor onlara tecavüz edilsin diye?”
Sudan çıkmış balık gibi nefes alamayan veliahdın ağzı açık kaldı, Efendisine söyleyecek söz bulamadı. Ancak boğazında birkaç defa a… harfini kaynatıp pişirdiği yüksek sesle mırıldandığından hissedildi. Lakin “a” ile başlayan hiçbir şey bulamadan konuştu:
“Dinimizin insanlara merhamet ve bağışlamakla ilgili insani fikirlerinden faydalanarak mahkumlara merhamet etmemiz gerek.”
“Biz bütün insanlara bunu yapacağız!”
“Nasıl?”
“Oğul,” diyen Efendi, temkinle, sabırla veliahdını yüceltme anlamında oğul demekle birlikte, aynı zamanda başına akıl koyuyormuş gibi kısa bir aradan sonra samimi ve sevecen bir sesle devam etti: “Dünyada halledilemeyecek sorun yoktur!” Başını ona doğru uzatan İmam sesine özel bir ton katarak veliahdını korkudan kurtarmaya gayret gösterdi. “Yeter ki insan aklını çalıştırsın.” İmam bunu söylerken sağ elini kaldırıp siyah sarığına hafifçe vurdu. “Zindandaki ölüm hükmü okunmuş kafir kızların nikahları Pastarlara kıyılır, kurtardı gitti…”
Bir an aklı şaşırıp kalan Münteziri, zindanda kafir kızla İslam Devrimi’nin sadık koruması erkek Pastar’ı neden evlendirmek istediğini anlamadı, ancak bu an noktayı yine İmam koydu.
“Kız çocuklarını verelim Pastarlar bakireliğini alsınlar, sonra idam etsinler. Biz de günahtan kurtulmuş olacağız, Allah’ımızın huzurunda yüzü kara
kalmayacağız.” Ayetullah Humeyni sözünü bitirirken başını göğe kaldırdı. Gözlerini bir anlığına evin tavanına odaklayıp Allah’a işaret etti.
“Peki sonra?”
“Çok sade…”
“Nasıl… yani?” Efendi’nin sade dediği iş veliahdın okunu kayaya çarpmıştı.
“Sen işi bu kadar güç tutma… Sonra nikahlanıp idam olunan kızın cenazesi ailesine verilirken onun mihri de cenazesinin üstünde ailesine verilir. Bak öyle olduğunda kimin kime borcu kalır?”
“Efendi önceki hükmünde değişiklik yaptı mı?” diyerek şaşkınlığını gizleyemeyen veliaht, İmam’a doğru uzanan boynunu bir müddet geri çekemedi.
“Hangi hüküm?” diye sorarak bu defa Efendi merakla onu süzdü. Veliahdın onu ikiyüzlü siyasetle itham etmesinin İmam’ın hoşuna gitmediği beyaz kaş altında parıldayan gözlerindeki sorudan okunuyordu.
“İmam çok önceleri kafirlerin naaşına sadece devlet sahip olabilir, diye buyurmuştu… Ama şimdi Efendi’nin emrine göre idam edilen kızın cenazesini almak için yüksek miktarda meblağ ödemeleri gerekiyor ve bu öyle bir meblağ ki…”
Veliahdın söylemediği meblağ mevzusuna İmam nokta koydu:
“Bu öyle bir meblağ olmalıdır ki, kimse onu ödeyemesin!”
“Ama şimdi Efendi; ‘Nikahın mihri cenaze ile birlikte verilir.’ diyor. Eğer cenaze parasını ödeyen olursa…”
“O toplanan parayla yeni zindan dikilebilir. Hım…”
“Efendi bununla mı yeni zindan diktirmek istiyor?
“Hayır, sadece…” İmam düşünceye daldı, zaman zaman sesini yükseltti: “Hayır, bu hiçbir ailenin onu ödeyemeyeceği miktarda olmalı. Zindan meselesini sözün gelişi söyledim.”
“Efendi lütfetsin, aklım karıştı, eğer maksat para toplamaksa…”
“Doğru, senin aklın karışmış. Ne söylediğimi beynin almıyor mu?..”
“Efendi’nin büyüklüğüne sığınırım, Efendi lütfetsin, o zaman kendi söylesin, cenazeye bu meblağda,” şaşkınlığını hiçbir şekilde gizlemeden. “yüksek miktarda para koymakta maksat nedir?”
“Eğer az meblağ koyulursa, o zaman idam olunan kafirleri adabına uygun şekilde defnedip onları normal insan seviyesine koyarlar. Yok eğer meblağ yüksek olursa o zaman hiçbir cenazeyi ailesi alamaz.”
Münteziri’nin dizinin üzerine koyduğu Kur’an’ı tutan iki elinin ikisi de titremeye başladığında Efendi başı ile ihtiyatlı olup kitabı yere bırakmasını işaret etti.
Kapının çalınması onları sohbete ara vermek zorunda bıraktı, İmam kısık sesle:
“Gel.” dediğinde Münteziri gelen genç adamı tepeden tırnağa kadar muammalı bakışlarla süzdü.
“Yeni doktorum.” diyen İmam geleni kısaca tanıştırıp sohbetine devam etmek isterken doktor elindeki tansiyon aletini İmam’a gösterdi.
“Onu bırak, ben daha mühim işle meşgulüm.”
İslam Devrimi’nin fedaisi yine devlet menfaatini şahsi sağlığından üstün tuttu. Doktor her iki Efendi’ye
selam verip odadan çıktıktan bir hayli sonra İmam eliyle Münteziri’ye devam etmesini işaret etti.
“Sonuçta Efendi kafirlerin cesetlerinin ailesine geri verilmemesini, kimsesizler mezarlığına kefenlenmeden defnedilmesini emretmişti.”
“O hazırda bekler! Ama nikah mihri cenazesiz olarak kızın ailesine ulaştırılır.” Efendi sesini içine çekti, yumuşak, samimi bir ifadeyle ekledi: “Oğul, hesap-kitap var, Allah’ımızın huzuruna günahla gidemeyiz.”
Münteziri, Efendisi’ndeki merhametin büyüklüğüne şaşırmasından ağzını açıp aaa… yapmıştı ancak Efendisi merhamet hazinesinin ağzını kapadığını ilan etti:
“Sen, benim yufka yüreğimden istifade edip ülkeyi berbat etme niyetinde misin?”
Münteziri’nin cevap veremeyeceği soru ok gibi kulağını delip beynine saplandı.
Mantığa dayanan akıl her şeyi ustaca halletmeye kadirdir. Ama akıl insanlığı kendinden uzaklaştırırsa, karşısındakinin ruhunu, insan olduğunu dikkate almazsa, o zaman her şeyi kendi menfaatine yönlendirir. Bakire kızları hak terazisinde tartan İmam Humeyni, onların çeyiz hakkı olan mihrlerinin bin üç yüz tümen meblağında olduğunu Münteziri’ye hatırlatarak ilave etti:
“Hiç kimsenin hakkı hiç kimsede kalmamalı! Unutma, mihr kıza çeyiz hakkı ve aynı zamanda annesine süt hakkı olarak verilir. Evlenen erkeğin nikah yaptığında nikah masraflarını yüksek bulup onu kesmemesi gerekir. Eğer erkek ve kadın arasında nikah veya müt’a nikahı kıyılıyorsa, onların arasında mahremiyet varsa, kadının hakkının verilmesi gerekir. Dinimiz helal olmasını emreder…”
“Efendim, kafirlerin cenazesi ailelerine verilmediği durumda…”
“Olsun! Ama helallik olarak çeyiz hakkı ödenmelidir. Bu Allah’ın buyruğu, Kur’an-ı Kerim’in yazılı emridir. Bundan kaçamayız.
Münteziri’nin huzursuz oturmasından onun konuşmayı bitirmek istemediğini anladı. Ya Efendi’yi kararından döndürmek amacıyla nasıl yumuşatacağına dair bir çare arıyor ya da yeni herhangi bir isteğini söylemek için uygun zamanı bekliyor. Münteziri’yi mat edip göndermek için sohbetini şöyle tamamladı:
“Onlara cenneti peşkeş çeken olmayacak.”
“Satın almak isteseler bile mi?”
“Allahsızlar bu şansı kaybettiler.”
“Allahsız kadın olursa?”eli ile toplayıp kendi
İmam’ın sohbete son vermek amacıyla verdiği bu cevap veliahdı o ana getirdi.
Gökle yer arasında çaresiz bırakılan ateist kızların imanlı Efendisi’nden onların derdine derman araması nedeniyle kalbinden kendini suçlayan Münteziri, uzun siyah cübbesinin eteğini topladı. Efendi’nin öfkeli bakışlarını tekrar görme azabından kendini kurtarmak amacıyla başını göğsüne indirdi. Efendi’yi saygı ile selamlayarak kapıdan çıktı.
***
Münteziri’nin fikri Koca İmam’ın amel bahçesinde yeşermeye yeşerdi ama çiçek gibi değil, dikenli kangal gibi. Bu kangalın dikenlerinden ilk darbe alan onun kendi inancı oldu. O, Ayetullah’tan iğrenip cennet-cehennem, o dünya-bu dünya, hurili-perili fantezi dünyasına olan gıyabi seyahate ibadethane duvarları arasında son verdi. Sohbeti daha fazla uzatmayarak hızlıca ayağa kalktı.
Böylelikle de olumlu rol hasreti ile rejisöre tavsiyede bulunan orta seviyeli artist, kendi de farkında olmadan en gaddar sahnenin doğması amacıyla ortam hazırlamış oldu. İşini bilen rejisör orta seviyeli artiste hiçbir zaman baş rol vermez. Aynı şekilde Münteziri de arzuladığı rolü oynayamadı.
Seksen sekizin yazında sahneye konulan gösterinin perdesinin açılmasını beklemeyen veliaht, o akşam evine gidip mukaddes kitabı kendi odasında Kur’an rahlesinin üzerindeki deri kılıfın arasına koydu. Elini uzatıp kitabın arasını açmak istediğinde birdenbire eli titredi. Ne düşündüyse eli kitaba gitmedi, yarı yolda onu döndürüp yüzünü yana tuttu, yüzünü çevirip oradan uzaklaştı.
İmam Humeyni’nin suçu liyakatle temizlemekle ilgili yeni keşfinin zindanlarda uygulanması için o gün İran’ın bütün zindanlarına yazılı belge şeklinde emir gönderildi. Emrin icrasına ise gecikmeden sabah, tanyeri ağarmaya başladığında, yeni iş gününün ilk saatlerinde başlandı.
Zindanlarda kanuni tecavüz için İmam tarafından verilen, dine dayanan izni, nikah hakkındaki emri bir kural olarak sadece molla yerine getirmiyordu. Bunu zindandaki Mümin zindan yöneticileri de icra etmeye başladılar. Çünkü zindan yöneticilerinin çoğu molla kökenli memurlardı.
Nikah mihri erkek tarafından idam olunan kızın ailesine ödendiği gibi nikah kıyan Mollanın hakkı olarak beş bin tümenlik tatlıyı alıp onu zindan çalışanlarına dağıtmak da kız ailesinin borcuydu. Mihr harcını ise devlet ödüyordu, çünkü idam edilen kız devlet çalışanı ile evlendiriliyordu.
Humeyni’nin dediği gibi: Her şey Hak terazisinde ölçülüp adalet gözü ile biçilmişti. Bunun sonucu olarak da eksik olanların üzerine ilave edilip fazla olanlarsa yontularak kız ve terazinin mal gözünde olanlar eşitlenmişti.
Kanun kitabında şöyle yazılıdır: “Ey müminler, istifade ettiğiniz kadınların mihr miktarı konusunda kendi aranızda anlaşın!” Ama ne yazık ki, bu anlaşmada kız tarafının görüşü önemli görülmediği için ölçen de biçen de erkek evinin insanıydı…
Zindanda nikahı kıyılan kızlara zindan çalışanları arasında o günden sonra şaka yollu olarak devrim gelini denilmeye başlandı.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —