Antarktika’nın göbeğinde, Kuru Vadiler’in sessizliğinde…
Taylor Buzulu’nun sinesinden, beyazlığın bağrını yaran kan kırmızısı bir düşüş var.
Tıpkı insan yüreğinden kopmuş bir feryat gibi…
Sanki buzun içinde yüzyıllardır saklı bir sır, nihayet gözyaşı yerine kanla akmaya karar vermiş.
Süt beyazı bir duvarın önünde, hayatın tüm renklerini gölgede bırakacak kadar çarpıcı bir görüntü…
Taze insan kanı gibi görünen koyu kırmızı bir şelale, sessizliği yırtarak düşüyor.
Bilim ona “Blood Falls – Kan Şelalesi” diyor. Ama bana göre o, dünyanın kalbinin bir anlığına attığı yeri.
İlk araştırmacılar bu manzarayla karşılaştıklarında şaşkınlıktan donup kaldı.
O kadar dramatikti ki, bazıları başka bir gezegene açılan bir kapının eşiğinde olduklarını sandı.
Belki de haklıydılar… Çünkü bu manzara sadece bir doğa olayı değil; insana, “Eğer Dünya’nın kalbi atarsa, sesi işte böyle çıkar” dedirten bir mucizeydi.
Buzun içinde gizli milyonlarca yılın hikâyesi var.
Belki orada donmuş bir zaman, belki de hâlâ yaşayan bir hayat…
Kırmızının her damlası, soğuğun içinde bile sıcaklığın var olduğunu fısıldıyor.
Ve ben düşünüyorum…
Bazen insanın içindeki acı da böyle sızar dışarı.
Önce kimse fark etmez. Sonra bir gün, tüm beyazlıkların ortasında kıpkırmızı görünür hale gelir.
O an anlarsın ki, hiçbir yarayı zaman tamamen donduramaz.
Taylor Buzulu’nun kan düşüşleri, bana bir gerçeği hatırlatıyor:
En soğuk yerlerde bile, hayatın kalbi kırmızı atar.
Ve kırmızı, hem acının hem umudun rengidir.