Tarih, sadece savaşların ya da zaferlerin kaydedildiği bir sayfa değildir; aynı zamanda milyonlarca insanın yaşam mücadelesini, yerinden yurdundan edilen kitlelerin dramını da taşır. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Kafkasya’da toprak kayıpları yaşadığı süreçler, yalnızca siyasi değil, derin toplumsal yaralar açan felaketleri de beraberinde getirmiştir. Bu yaraların en büyük tanığı ise Anadolu topraklarıdır. Müslüman ahalinin son sığınağı olan Anadolu, hem umut hem de hayatta kalmanın bir sembolü olmuştur.
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları, dünya tarihine “büyük göçler dönemi” olarak damga vurmuştur. Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan, Gürcistan gibi bölgelerden insanlar, bir daha dönmemek üzere evlerini terk etmek zorunda kaldı. Bu göçler, sadece bireysel hikayelerden ibaret değildi; bir medeniyetin hayatta kalma mücadelesiydi. İnsanlar, Osmanlı'nın son kalesi Anadolu'ya akın ederken yanlarında yalnızca yaşadıkları acıları ve kaybettikleri bir geçmişi getirdiler.
Doksanüç Harbi ve Göç Dalgası
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, tarihe Doksanüç Harbi olarak geçti. Bu savaş, Osmanlı Devleti için yalnızca askeri bir yenilgi değil, aynı zamanda toplumun derin yaralar almasına neden olan bir dönüm noktasıydı. Rus orduları Yeşilköy’e kadar ilerlemiş, İstanbul’un işgal edilmesi gündeme gelmişti. Henüz tahta yeni geçen Sultan II. Abdülhamid, devletin içinde bulunduğu zor durumu kavrayarak radikal adımlar atmak zorunda kalmıştı. Meclisi tatil eden Sultan, Paşalar arasındaki rekabeti sonlandırmış ve merkezi otoriteyi güçlendirmişti.
Ancak savaşın asıl etkisi, Balkanlar’dan başlayan ve Anadolu’yu derinden sarsan göç dalgasıydı. Yaklaşık 400 bin muhacir, savaş sonrası İstanbul’a sığındı. O dönem 1 milyondan az nüfusa sahip olan İstanbul için bu göç, adeta demografik bir devrim niteliğindeydi. Bugünle kıyaslandığında bu durum, 15 milyon nüfuslu modern İstanbul’a 7 milyon insanın bir anda yerleşmesiyle eşdeğer bir tabloyu ifade ediyor.
Göçün Getirdiği Sosyal Sorunlar
Bu büyük göç dalgası, yalnızca bir barınma sorunu değil, aynı zamanda derin toplumsal meseleleri de beraberinde getirdi. Muhacirler, geldikleri yeni topraklarda hem yaşam mücadelesi veriyor hem de kendi kültürlerini korumaya çalışıyordu. Öte yandan Anadolu halkı, gelen muhacirlerle birlikte yeni bir demografik yapıya alışmak durumunda kaldı. Osmanlı Devleti ise bu göçleri yönetmek ve muhacirlerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için büyük çaba sarf etti.
Bugün, mültecilerle ilgili tartışmaların sıkça gündeme geldiği modern dünyada, tarih bize büyük bir ders sunuyor. İnsanların zorla yerlerinden edilmesi, yalnızca bireyleri değil, toplumların kültürel ve ekonomik dokusunu da derinden etkileyen bir süreçtir. Doksanüç Harbi’nden günümüze kadar gelen bu acılar, geçmişle bugünü birbirine bağlayan güçlü bir köprü oluşturuyor.
Anadolu: Umut ve Dayanışmanın Sembolü
Anadolu, tarih boyunca savaş muhacirleri ve zulümden kaçanlar için bir sığınak olmuştur. Bu topraklar, farklı milletlerden, farklı kültürlerden insanların dayanışma içinde bir araya geldiği bir mozaik oluşturdu. Ancak bu süreçler, yalnızca insani bir dayanışmanın hikayesi değil; aynı zamanda kaybedilenlerin ve yeniden inşa edilenlerin de hikayesidir.
Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, muhacirlerin acıları ve verdikleri mücadeleler, yalnızca bir tarih sayfası değil, insanlık tarihinin evrensel bir sorunudur. Anadolu’nun sığınak olma rolü, bize insan olmanın, paylaşmanın ve dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatır. Çünkü bu topraklar, sadece bir coğrafya değil, aynı zamanda umutların yeşerdiği, insanların yeniden hayata tutunduğu bir yerdir.
Strateji Uzmanı
Gazeteci Yazar
Gökalp Şentürk