Osmanlı İmparatorluğu, yalnızca kendisinin değil, imparatorluklar çağının son nefeslerini verdiği bir dönemde tarihe karıştı. Yeni bir dünya düzeni, ulus-devletlerin sancılı doğumlarına sahne oluyordu. Bu süreçte Osmanlı, içte ve dışta her anlamda güçsüzdü. O dönemi eleştirel bir gözle değerlendirirken, Şevki Yılmaz'ın bir televizyon programında sarf ettiği şu cümleleri hatırlamakta fayda var: “Saraydan giderken bir avize taşı alıp gitselerdi hayatları boyunca rahat yaşarlardı.” Bu sözleri Osmanlı hanedanını öven bir argüman olarak sunan Yılmaz, aslında farkında olmadan imparatorluğun nasıl bir uçurumda olduğunu da gözler önüne seriyor.
Ancak şu soruyu sormak gerekiyor: Çanakkale’de cephede savaşan asker, sadece bir öğün hoşafla yetinirken, saraylarda tek bir avizenin taşları bir aileye ömür boyu yetecek zenginliği temsil ediyorsa, bu nasıl bir yönetim anlayışıydı? Eğer saray ahalisinin altın kapı kolları bile onları ihya etmeye yetecek kadar değerliyse, Yemen’de, Sarıkamış’ta, Anadolu’nun dört bir yanında vatanı uğruna açlıktan can veren Mehmetçiklerin vebali kimindir?
Mustafa Kemal Atatürk, tam da bu “saray zihniyetini” yok etmek için mücadele etti. Onun kurduğu Cumhuriyet, milletin değil, bir avuç ayrıcalıklının çıkarlarını koruyan bir düzeni tarihe gömmek için atılmış bir adımdı. Atatürk, milletin onurunu sarayların ihtişamından üstün tuttu; halkın sefalet içinde yok olmasına göz yuman bir düzenin yerine, Anadolu insanını sağlık, eğitim ve eşitlik hizmetleriyle tanıştıran bir sistemi inşa etti.
Bugün hâlâ bazı kesimlerin, Osmanlı hanedanına duyduğu romantik özlemi anlamak mümkün. Sarayların debdebesi, ihtişamlı hayat hikâyeleri ve göz alıcı zenginlik, hayranlık uyandırabilir. Ancak Anadolu insanının cumhuriyetle kazandığı hakları, fırsatları, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçların karşılanmasını hiçe sayarak bu özlemi savunmak nasıl bir vicdana sığar? Cumhuriyet, milletin çıkarlarını korumayı ilke edinmiş bir düzen olarak, Anadolu halkına modernleşmenin, eşitliğin ve kalkınmanın kapılarını açtı. Bu kapıyı kapatmak, tarihsel bir ihanet olur.
Atatürk’ün mücadelesi, yalnızca bir rejim değişikliğini değil, bir zihniyet devrimini de temsil ediyordu. Saltanata dayalı bir yönetimde, bir avuç insan zenginlik içinde yaşarken, millet sefaletle boğuşuyordu. Atatürk ise milletin yanında durmayı seçti. Bu tercihi, onu sevenler için bir ilham kaynağı, eleştirenler için ise bir tartışma konusu yapıyor. Ancak şu gerçeği kimse inkâr edemez: Cumhuriyet, yalnızca bir rejim değil, milletin onuru için atılmış bir adımdır.
Bugün, hâlâ cumhuriyetle kazandığı hakların farkında olmayan, hatta bu düzeni sorgulayan Anadolu insanına sormak lazım: Atatürk, saltanatı değil milleti tercih ederek hata mı yaptı? Cumhuriyet’in sunduğu fırsatlarla tanışmış, eğitimden sağlığa, modernleşmeden kalkınmaya kadar her alanda ilerleme kaydetmiş bir millet, neden hâlâ geçmişin ihtişam hayallerine kapılır?
Tarih bize şunu öğretiyor: Nankörlük her zaman bir bedel ödetir. Milletin refahı için saraylardan vazgeçen Atatürk’ün mirasına sırt çevirmek, yalnızca o mücadeleye değil, kendi geleceğimize de ihanet anlamına gelir. Çünkü Allah, müfteri ve alçakları sevmez; hakikatin yanında duranlara ise rahmetini esirgemez.
Unutmayalım ki Atatürk’ün Cumhuriyet’i, milletin onurunu korumak adına sarayların zenginliğinden vazgeçmeyi öğütleyen bir sistemdir. Ve bu mirası sahiplenmek, hepimizin tarihsel sorumluluğudur.