Irak'ın kuzeyinde devam eden Pençe-Kilit Harekâtı bölgesinde 13 Ocak 2024 günü şehit olan Mehmetçiklerimize Allah'tan rahmet; ailelerine ve yakınlarına başsağlığı ve sabırlar diliyorum. Türk milleti olarak başımız sağ olsun. Müttefik olarak adlandırılan Amerika Birleşik Devletleri, artık açıktan askerimizi hedef alıyor. Terörü, destekçilerini ve sessiz kalanları lanetliyorum.
Günümüzde ülkemizdeki olayları bilhassa terör belasını anlayabilmek ve çözüm ararken doğruyu bulabilmek için Batı Dünyası’nın bin yıllık ideali olan “Şark Meselesi” nin bilinmesi gerektiği kanaatindeyim.
O halde “Şark Meselesi” nedir? Sorusunun cevabını bulalım.
“Şark Meselesi” tabiri siyaset adamları ve tarihçiler tarafından bugüne kadar çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Terimin ilk defa 1815 Viyana Kongresi’nde Rus delegasyonu tarafından kullanıldığını biliyoruz.
Fransız tarihçisi E. Drialut, “Şark Meselesi” ni “İslam- Hıristiyan mücadelesi” olarak yorumlarken bir başka Fransız tarihçisi Albert Sorel “Türkler, Avrupa’ya ayak bastığı günden beri “Şark Meselesi” zuhur etti” diyerek meselenin bir Türk meselesi olduğunu vurgulamaktadır.
Türkler İslamiyet’in hamisi ve İslam âleminin önderi durumuna geçmekle, Avrupa için “Şark Meselesi”, Türk veya Osmanlı meselesi halini almıştır. Durum bu olunca, artık İslamiyet’le Türklük aynı anlamı ifade eder olmuştur. Böylece Türk-İslam ve Avrupa-Hıristiyan mücadeleleri “Şark Meselesi” nin temelini teşkil etmiştir.
Bu tabiri geçmiş zamanlardaki Türk-Avrupa münasebetlerini açıklamak için kullanan tarihçiler; İslam’ın doğuşunu, mukaddes toprakların Müslümanların eline geçmesini, haçlı seferlerinin başlaması ve Türklerin Avrupa’ya ayak basmalarını Şark Meselesine menşe olarak kabul ederler. Buna dikkat çeken tarihçi Edvard Deriyo şöyle diyor; “Şark Meselesi, Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethi ve İstanbul’a ayak basması ile değil, Hz. Muhammed’in (S.A.V) dünyaya gelmesi ile birlikte doğmuştur. Bu cihetle Şark Meselesi, ehl-i İslam ile gayr-i Müslimlerin kavgasıdır.”
Raif Karadağ “Şark Meselesi” adlı kitabında: “Şark Meselesi, Hıristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman Şark milletlerini, siyasi, iktisadi nüfuz ve hükmü altına almak maksadından meydana gelen tarihi meselelerin hepsidir.” Diyor.
Bu tanımlardan yola çıkarak biz “Şark Meselesi” nin İslam’ın zuhuruyla başladığı ve 1071 Malazgirt Zaferinden sonra önem kazandığı kanaatindeyiz.
“Şark Meselesi” iki önemli safha geçirmiştir.
Bunlardan birincisi “1071-1683 yılları arasındaki “Şark Meselesi” dir. Bu tarihler arasında Avrupa savunmada, Türkler taarruz halindedir. Bu birinci safhada Batı için “Şark Meselesi”;
1) Türkleri Anadolu’ya sokmamak
2) Türkleri Anadolu’da durdurmak.
3) Türklerin Rumeli’ye geçişini önlemek.
3) İstanbul’un Türkler tarafından fethini engellemek
4) Türkler’ in Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişine engel olmak vb. politikalar uygulamaktı.
“Şark Meselesi” nin Batılılarca bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmiş, Balkanlar’ı tamamen zapt etmiş ve Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak 1683 tarihinde Türklerin Viyana önlerindeki yenilgisi “Şark Meselesi” nin birinci safhasını da sona erdirmiştir. Ve bu tarihte “Şark Meselesi” nin ikinci safhası başlamıştır. Bu safhada, Türkler savunmada, Avrupa ise taarruz halindedir.
“Şark Meselesi” ne ikinci aşamada, özellikle 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyalist zihniyet ilave edilmiştir. Ancak, Hıristiyan Batı hem Haçlı zihniyetini hem de emperyalist zihniyetini gölgeleyebilmek için kendisinin daima hümanist zihniyetle hareket ettiğini propaganda yoluyla dünya kamuoyuna telkin etmeye çalışmıştır.
1920 yıllarına kadar devam eden bu safhada “Şark Meselesi” nin gelişmesi şu şekilde gerçekleşecektir.
a) Balkanlar’daki Hıristiyan milletlerin Osmanlı hâkimiyetinden kurtarılmaları. Bunun için Hıristiyan toplumları isyan teşvik ederek evvela onların muhtariyetini, sonra istiklallerini temin etmek.
Birinci maddede belirtilen hususlar gerçekleşmezse;
Hıristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Bab-ı Ali nezdinde müdahalelerde bulunmak.
b) Türkleri Balkanlar’dan tamamen atmak.
c) İstanbul’u Türkler’ in elinden geri almak.
d) Osmanlı Devleti’nin Asya toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan azınlıklar lehine reformlar yaptırmak, muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa istiklallerine kavuşturmak.
e) Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Kuzey Afrika’yı koloniyalist maksatlarla işgal ve ilhak etmek. Bunun için koloniyalist ve emperyalist devletlerin kendi aralarında anlaşmaları yeterli görülüyordu.
f) Türk olmayan Müslüman toplumları, özellikle Arapları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmak ve onları devletten koparmak. Bu hedefe varmak için, Arap milliyetçiliğinin tahrik edilerek canlandırılması kâfi görülmüştür. Bu hususta emperyalist gayeler ön planda tutulmuştur.
g) Anadolu’yu paylaşmak, Türkleri Anadolu’dan çıkarmak.
Büyük devletler daha 1878 Berlin Antlaşması ile Balkanlar’dan Türkler’ i attıklarına veya atmak üzere olduklarına inandıkları için “Şark Meselesi” ni Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarına kaydırmayı başardılar. Nitekim Berlin Antlaşması’na koydukları 61. Madde ile Anadolu’da Ermeniler lehinde reformlar yapılmasını Bab-ı Ali’ye kabul ettirmişlerdir. Bu durum, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan Devleti kurmak anlamına geliyordu.
Her ne kadar dini, ekonomik, stratejik, kültürel, politik, ideolojik v.b. gibi menfaatleri birbirinden ayırmak mümkün değilse de Avrupalı büyük devletler zaman, mekân ve diğer şartlara göre bu unsurları ayrı ayrı kullanarak hedeflerine yavaş yavaş ulaşmışlar ve Osmanlı Devleti’ni yıkmışlardır.
Ancak bu Şark Meselesinin sonu için yeterli değildir. Sevr planının vadettiği topraklara rıza göstermeyen Türkiye, Lozan’la birlikte kendisini "Can ile canan” arasında bulur. Bütün hudutlarını çevreleyen kapanmamış hesaplar, bitmek tükenmek bilmeyen tarihi düşmanlıklar ve yeni problemlerle kuşatılmış bir devlet: Musul-Kerkük’te Türkiye ile İngiltere’yi çatışma noktasına getiren anlaşmazlık, iç isyanlar, Hatay meselesi, Rusya’nın 1945’deki toprak talebi, 27 Mayıs ihtilali, Kıbrıs ve Ege adaları meselesi, terörün soldurduğu yıllar, 12 Eylül Harekatı’ndan günümüze; içeride Güneydoğu problemi, Alevi-Sünni ayrımları, laik-anti laik tartışmaları; dışarıda Körfez krizi, Kuzey Irak, Kafkasya ve Bosna- Hersek hadiseleri...
Tarihi gerçek şudur ki Hıristiyan batı, Antik Grek-Roma ve kadim Hıristiyanlık dairesinde gördüğü coğrafyada, Balkanlar’da, Akdeniz’de, Anadolu’da rakip bir din ve medeniyete mensup, ari olmayan soydan Asyalı bir milletin kendisiyle benzeşip bütünleşmeden yurt edinmesine, kıta içi siyasi denge arayışlarından kaynaklanan kısa süreli zaruretler dışında hiçbir zaman hoşgörü ile bakmamış ve bakmayacaktır. “Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine uymadıkça senden asla razı ve memnun olmayacaklardır” (Bakara, 2/120) İlahi beyanı ne güzel bir ikazdır değil mi?
Avrupalı emperyalist devletler, Osmanlı tebaası olan Hıristiyan azınlıkları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri, devletten koparma çabaları bu defa yeni devletin sınırları içinde, İstiklal Savaşı’nı kazanan evlatlarını birbirine düşürmek şeklinde ortaya konulmuştur. Öyle ki, bin yıldır kardeşçe yaşamış bu coğrafyadaki insanları önce sağcı solcu, sonra Alevi-Sünni ve şimdi de Türk-Kürt diye birbirine düşürmüştür.
Bütün bu gerçekler açık-seçik ortada iken T.C. Devleti’nin varlığına bir saldırı niteliğinde olan PKK terör örgütünün batılılarca desteklenmesi “Şark Meselesi” nin günümüzdeki yeni bir uygulamasından başka bir şey değildir.
Özellikle Türkiye için “Şark Meselesi” halen fiili olarak mevcut olup, stratejik ve ideolojik görünümüyle varlığını sürdürmektedir. Osmanlı Devleti’nin “Şark Meselesi” nden edindiği acı tecrübelerden ders alarak Türkiye Cumhuriyeti’ni günümüzdeki “Şark Meselesi” nden korumanın ve kurtarmanın mümkün olduğuna inanıyoruz.
Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi: “Bir olmalıyız, iri olmalıyız ve diri olmalıyız.”
Allah’a emanet olunuz.