Bin dokuz yüz otuz sekizlerde amcam küçük bir çocuk. O dönemde okula gitmek büyük sıkıntı. Her köyde okul yok, olsa da aileler fakirlikten çocuklarını okula gönderemiyor. İşte bu şartlarda Ali amcam kendi kendine okuma yazmayı öğrenmiş. Kömür parçasıyla duvarlara A, B C yazmaya başlamış. Babaannem duvarlar kirleniyor diye amcama çok kızarmış. Amcamda kendince bir yol bulmuş. Duvarı kirletmeden okur yazar olmanın formülünü keşfetmiş.
Artık her fırsat bulduğunda tırnaklarıyla duvarlara yazmaya başlamış. Kerpiç duvarlara her yazdığı harf onu köydeki yaşıtlarından farklı yapmış. Okuma isteği o kadar çok ama önünde bir sürü engel var. Bütün bu engellere rağmen amcam okuma ve yazmayı kendi çabalarıyla öğrenmiş.
Babaanneme fark ettirmeden duvarlara yaza yaza bu amacına ulaşmış. Elinden gazete düşmezdi. Her bulduğu yazıyı okurdu.
Kim bilir belki de amcama fırsat verilseydi en büyük yerlere gelebilirdi. Köye gelen resmi makam temsilcileriyle hep amcam görüşüyordu.
Keşke amcamın da yaşadığı dönemde imkanlar şimdi ki gibi olsaydı. Geçmişe bakınca ne kadar güzel değerlerimiz imkansızlıklar yüzünden bir yerde sıkışıp kalmış. Kendi gücünü yeteneğini ve zekasını gösterememiş.
Amcamın hikayesini halam dan öğrendiğimde amcamın neden yalnızlaştığını şimdi çok daha iyi anlıyorum. Amcam konuşmayı çok sevmez sanırdım oysa. Meğer konuştuğunu anlayacak kimse bulamadığı için susmuş.
‘’Keşke her şey çok farklı olsaydı’’ demekten kendimi alamıyorum.
Üç oda bir salon küçük bir mutfak. İki katlı bir evimiz vardı. Üçüncü oda kullanıma yasaktı çünkü orası misafirlere ayrılmıştı. Mor renkte bir koltuk takımı ve kenarlarında oyma çiçek desenleri vardı. Bir de köşede duran mavi elbiseli kocaman gelin bebeği ve diğer köşede vitrinde duran altın renginde fincan takımı. Misafir odası hariç her oda her kesin kullanımına açıktı. Kullanılmayan misafir odasını ve sarı renkte fincan takımını her hafta özenle temizleyen annem işi bitince de kapısını yine aynı özenle kilitlerdi. Hala anlam veremediğim bir şekilde gelen misafirler de o odaya giremezdi. Yılda iki haftalığına açılan bir sergi salonuydu sanki.
Mor koltuklu oda sadece Almanya dan gelen babam ve arkadaşları için açılırdı. O da her misafir için değildi elbette, çok çok özel misafir olması gerekiyordu.
Annem evde olmadığında gizli gizli o odaya girer koltuklara oturup hiç oynayamadığım mavi elbiseli bebeğimle oynardım. Anneme yakalanma korkusuyla kulağım ayak seslerinde aklım mor koltukta oturmanın hazzı içinde: Her seferinde annem erkenden eve dönerdi.
Hiç kullanılmadan eskiyen mor koltuk ve anıları, güzel sohbetlerin kokusu duvarlarına sinmeyen bir oda ve kahve içilmeyen fincanlar:
Aradan yıllar geçti ve ne o koltuklar nede sarı fincan eski güzelliğini eski ihtişamını yitirdi. Kısacası her şey vaktinde güzel ve anlamlıydı. Annemin evinde hala sarı fincanlar duruyor ve kimse ondan kahve içmek istemiyor.
Keşke mor koltuklara daha çok otursaydım. Keşke sarı fincanlardan bol bol kahve içseydim.
Evin en küçüğüydüm. Herkes beni çok severdi, evlenip gurbete gidene kadar. Ailenin en sevileni ve en kıymetlisi birden bire ortadan yok oldu. Herkes benim varlığımı unuttu. İçlerinde neredeydim bilmiyorum ama benim gördüğüm hiç o evde yaşamamış gibiydim. Demek ki gözden uzak olan gönülden de uzak oluyordu. En acı olanda buydu belki. Hiç var olmamış olmak. Yıllar geçtikçe gönülde ki mesafelerde artarak büyüyor. Bana göre sevgi böyle değildi yani mesafeler sevgini azaltamazdı. Hiç mantıklı değildi. Hayat bana hiç de öyle olmadığını yüzüme vura vura haykırıyordu. Keşke gönül bağı hiç mesafelere takılmasaydı. Dünyadaki hiçbir ölçü birimi buna denk gelmeseydi.
Gözden uzak olan gönülden de uzak olur.
Hindistan cevizli kekim nerede?
Aradan yıllar geçmişti. Yıllar sonra karşımda duran kişi aynı mıydı? Birkaç saniyeliğine hayat tamamen durmuştu sanki. Çocukluğumun bol Hindistan cevizli kek kokusu buram buram burnuma geliyordu. Tadını damağımda hissettim, kokusunu da burnumda. Beş saniyede ben onca yılı bir anda yaşadım. Sevgi miydi özlem miydi ya da yarım kalan hayata bir iç geçirmemi; adını koyamıyorum.
Mektupları biriktirmiştim oysa. Hepsi bir birinden saf temiz ve çıkarsız yazılmıştı. ‘’Biz sevmekle yükümlüyüz, kavuşmak mı onu Tanrı bilir’’ diyordu Neşet baba.
Evet aynen de öyle değil mi; biz sadece sevmekten sorumluyuz. Kavuşmak Tanrıya kalmıştı. Kim bilir belki de çok farklı bir hayatımız olacaktı? Ya da olayın sonunda keşke hiç görmeseydim diyecektik. Hayat her birimizi çok başka yollara savurdu. Hiç plan yapmadığımız dersine çalışmadığımız sınavlara soktu. Bazen kaybettik bazen kazandık. Ya da biz kazandığımızı sandık. Neye karşı savaştığımızı bilmeden tıpkı yel değirmenlerini savaş ordusu sanmak gibiydi. Onu bilmiyorum ama kendi hayatımı hiç kolay yaşamadım. Ömrüm de keşke olmasın diye çok çabaladım. Keşke olmadan da hayatı anlayamıyorsun. Bu tek kelime bazen içini acıtıyor olsa da her insanın hayatının bir bölümünde engel olamadığı ‘’keşke’’ vardır.
Yol mu garip yolcu mu? Dünya mı yalan yoksa biz mi? Nedeni biliyorum ama nasılını hala anlayamadığım bir yaşam döngüsü içinde boğuşup duruyoruz. Pişmanlıklarımız ve keşkelerimiz hep olacak. İnsan kendine sormadan edemiyor sayılı gün ve ömürde neden bu kadar keşke var.
Her yıl tekrar tekrar yaşadığım acı deneyim. Bir daha gelmem dediğim halde her sene gelmek için can attığım yer. Şht. Mehmet Hüseyin Sk, Lefkoşa 99010 Bu sorularıma hiç cevap bulamayacağımı da biliyorum. Bir şey beni doğduğum topraklara çekiyor. Anlamsız bir özlem var içimde. Eskileri arıyorum belki de hani şu sevildiğim varlığımın bilindiği yıllara olan hasret belki de: Uzun zamandır kedime yaptığım yolculuk da sanırım artık yol mu, yolcu mu ayrımının ne olduğunu fark ettim.
Artık kimseye kırgın ya da küskün değilim. Sanırım kendimle barıştım. Belki de hayat ile aramda barış imzaladım. Artık kimseyi sorgulamıyorum. Yapılan işlerde mantık aramıyorum. Keşkelerim mi? Onları en aza indirdim.
Kendimize yaptığımız hayat yolculuğunda ‘’keşkesiz’’ günler dilerim.
Serpil TEKİN