Türkçüler arasında yıllardır süregelen bir hastalık var: "Kim daha Türkçü?" yarışı... Ne kazananı var ne de kaybedeni. Ama kaybeden Türkçülüğün kendisi oluyor. Birbirimizi Türkçülükten atma hevesiyle, geçmişte "ırkçı, kafatasçı" diyerek bize saldıranlarla bugün kol kola yürüyenlerin pişkinliğiyle, kendi küçük mahallesinde padişahlık kurma çabasıyla hareket edenlerin bencil hesaplarıyla enerjimizi tüketiyoruz.
Namazda "safları sık tutun, araya şeytan girmesin" derler. Bu, bizim için de geçerli. Saflarımızı sık tutmazsak, araya bizimle hiçbir ortak noktası olmayanlar girerse, bu davanın ruhunu anlamayanlara kucak açarsak, içimizden çürümeye başlarız. Türkçü olduğunu iddia eden ama kişisel hesaplarını, egosunu, çıkarlarını her şeyin önüne koyan tipler, farkında olmadan – belki de bilerek – Türkçülüğe en büyük zararı veriyorlar.
Türkçülük bir "şahsî marka" değil, bir milletin varlık davasıdır. O yüzden mesele, kim daha Türkçü yarışı değil, Türkçülüğü nasıl iktidar yaparız, nasıl devlet aklı hâline getiririz meselesidir. Bunu başaramayanlar, kendilerini ne kadar Türkçü ilan ederlerse etsinler, tarihin çöplüğüne atılmaya mahkûmdurlar.
Eğer gerçekten Türkçüyseniz, kimin ne kadar Türkçü olduğunu tartışmayı bırakın. Bunun yerine, ne kadar güçlüyüz, ne kadar organizeyiz, ne kadar etkiliyiz, ona bakın. Türkçülüğü bir cemaatin, bir partinin, bir grubun, bir şahsın tekelinde sananlar, Türkçülüğün ruhunu anlamamış demektir. Biz bu hatalara düşersek, Türkçülük dikiş tutmaz, sadece bir avuç insanın boşboğazlık ettiği bir fikir olmaktan öteye geçemez.
Safları sıklaştırın, araya Türkçü olmayanları almayın, Türkçülüğü kişisel hırsların, küçük hesapların gölgesine düşürmeyin. Yoksa Türkçülük, Türklerin iktidarında değil, müzelerde sergilenen bir hatıra olarak kalır.